Funda Torunlar
“Gölgelerin gücü adına! Güç bende artık!…”
Çocukken, daha çok erkek çocuklarına hitap eden bu çizgi filmi ben de büyük bir keyifle izlerdim. Kahraman, kaslı kollarını göğe kaldırır, uzun saçları rüzgârda savrulurken bu sözleri haykırırdı; ben de içimde garip bir coşkuyla aynı cümleyi tekrar ederdim. “Gölgelerin gücü” ifadesinin ne anlama geldiğini bilmezdim ama beni derinden etkilediğini çok iyi hatırlıyorum.
Yüzeyde bir kahramanlık nidâsı gibi görünen bu söz, aslında çok katmanlı bir anlam taşır. He-Man’in dünyasında güç kazanmanın, dönüşümün ve gizli potansiyelin simgesidir. Kahraman, kılıcını kaldırıp bu sözü söylediğinde sıradan bir insanken kahramana dönüşür. Bu yönüyle cümle, içsel gücün uyanışını tetikleyen bir çağrı gibidir. Ancak derin anlamda “gölgenin gücünü” tanımayı, yani insanın kendi karanlığını fark etmeyi temsil eder.
Gölge; bastırdığımız, korktuğumuz, reddettiğimiz yanımızdır. “Gölgelerin gücü” demek, insanın kendi karanlığını inkâr etmek yerine onunla yüzleşmesi, onu dönüştürmesi demektir. Çünkü ancak karanlığı tanıyan biri ışığı gerçekten anlayabilir.
Bu yönüyle o slogan, hem mitolojik hem de psikolojik bir “inisiyasyon” çağrısıdır. He-Man’in dönüşüm anı, Jung’un “gölgeyle yüzleşme” sürecini ya da tasavvuftaki “nefsin karanlığını aydınlatma” fikrini hatırlatır.
Belki de “Gölgelerin gücü adına!” demek aslında şunu söylemektir: “Karanlığımı inkâr etmiyorum; onu tanıyor, kabul ediyor ve ondan doğan gücü bilgelikle kullanıyorum.”
Gölgelerin Gücü Adına:
Karanlıktan Doğan Bilgelik
Bir çizgi film repliği olarak başlayan bu söz, insanlık tarihinin en kadim hakikatlerinden birini taşır: Güç, yalnızca ışıktan değil, gölgeden de doğar.
Mitolojide gölge, bilinmeyeni, korkulanı, bastırılanı temsil eder. Her kahraman, yolculuğunun bir aşamasında karanlığıyla yüzleşmek zorundadır: Herkül’ün yeraltına inişi, Odysseus’un denizlerde kayboluşu, Prometheus’un cezalandırılışı… Hepsi aynı arketipi taşır: İnsan, kendi karanlığından geçmeden aydınlığa ulaşamaz.
He-Man’in kılıcını kaldırırken söylediği o söz, bu mitolojik mirasın modern yankısı gibidir — karanlıktan korkmadan oradaki gücü sahiplenmenin simgesi. Jung’un “gölge”yi bireyin bastırılmış yönleri olarak tanımlaması da bunu destekler: Kişi, gölgesini reddettiği sürece eksiktir; onu tanıdıkça bütünleşir. Bu yüzden “Gölgelerin gücü adına” demek, aslında “Kendimin gizli yanlarını kabul ediyorum, içimdeki karanlıktan güç alıyorum” anlamına gelir.
Tasavvufta bu hakikat “zıll-i vücud” kavramıyla anlatılır: Varlık, Hakk’ın gölgesidir. Gölge, bir eksiklik değil, İlahi hakikatin yansımasıdır. Işık olmasa gölge olmaz; gölge olmasa ışığın varlığı bilinmez. O hâlde insanın hem nuruna hem zulmetine bakması gerekir.
Belki de o çocukluk sloganı, farkında olmadan bize en derin bilgeliği fısıldıyordu:
“Kendini tanımak istiyorsan, gölgene bak. Çünkü gölgesini tanıyan, ışığın nereden geldiğini de bilir.”
Kelimelerin hem bireysel hem kolektif bir anlam kodu taşıdığı düşünülürse, “gölgenin gücü” ifadesi zihnimde hep gizemli bir çağrışım olarak kalmıştı. O gölgeler neden güçlüydü? Güçlerini nereden alıyordu? Oysa güçlü olan ışıktı… İnsanlık, kadim çağlardan beri ışığa hürmet etmiş, onun önünde eğilmişti. Belki de bahsedilen, karanlıkta kalan ve henüz anlaşılmamış o gizemli gücüydü.
Yıllar sonra bir Karagöz perdesinin önünde dururken gölgelerin gücünü yeniden fark ettim:
“Hayy Hak! Perde kurduk, ışık yaktık
Gösterimiz gölge, hayal
Gerçeğin aynasıdır bu, sanılmaya martaval…”
Işık arkadan vuruyor, deri figürler canlanıyor, ses surete ruh üflüyordu. O anda anladım ki gölgenin gücü, aslında görünmeyene can veren ışıktaydı. Karagöz ve Hacivat perdesi yalnızca bir eğlence değil, varlığın sahnesiydi. Hacivat’ın düzenli diliyle Karagöz’ün hoyrat sözü çarpışırken, bir yanda aklın ışığı, öte yanda gönlün gölgesi konuşuyordu.
Tasavvuf buna “zıll-i vücud” der: Varlık, Hakk’ın gölgesidir. Biz, O’nun ışığında kıpırdayan suretleriz. Karagöz perdesinde gördüğüm şey, aslında kendi varlığımın oyunuydu. Işık olmasa yokum, gölge olmasa görünmem.
Işıkla gölge birbirini inkâr etmez; birbirini tamamlar. Işık ne kadar parlarsa, gölge o kadar belirginleşir. İnsan da ne kadar aydınlanırsa, karanlığını o kadar derinden görür. Gerçek bilgelik, gölgeyi yok etmekte değil, onunla dost olmaktadır.
Karagöz perdesinde figürler kaybolur, yeniden belirir; sesler birbirine karışır, hakikat oyun oynar. Tıpkı hayat gibi… Her replikte bir sır, her gülüşte bir sızı gizlidir. Hacivat ile Karagöz’ün bitmeyen atışması, aslında içimizdeki o kadim diyalogdur: akılla gönül, nurla zulmet, insanla hakikat arasında süren bir konuşma.
Jung der ki: “Ayın bütününü görmek istiyorsan karanlık tarafını da görmelisin; sadece aydınlık yüzüne bakmak ayı tanımlamaz.”
Bu söz, tasavvufun “nefsin karanlığı” ve “Hakk’ın nuru” arasındaki dengeyle aynı gerçeği anlatır: İnsan kendini tanımak istiyorsa, sadece ışığına değil, gölgesine de bakmalıdır. Çünkü gölge, bastırılmış değil, tamamlanmamış yanlarımızın aynasıdır.
Işığın anlamı karanlıkla belirlenir; hakikatin sesi sessizlikte duyulur. Belki de “Gölgelerin gücü” dedikleri tam da budur: İnsanın kendini tanıma kudreti. Çünkü gölgesini görebilen, ışığın nereden geldiğini de bilir.
Ve belki en sonunda perde kapanırken fark ederiz:
Işık da, gölge de, oyun da aynı elden doğmuştur.
Şimdi anlıyorum ki o söz, yalnızca hayali bir kahramanın değil, insanda gizli duran varlık bilincinin de ifadesiydi. Gölgenin gücü, insanın kendi karanlığını tanıyıp onu ışığa dönüştürebilme kudretiymiş.
Modern bilimin bile hâlâ “gölgede kalmış” birçok bilinmeyeni varken, evrenin ve bilincin yolculuğu bize aynı sırrı fısıldar: Başlangıçla son, varlıkla yokluk, benlik ile bütünlük bir noktada buluşur.
Işık da gölge de aynı elin oyunudur; perde kapanmaz, yalnızca görünmeyen bir yere geçer.
Oyun biter, ama varlık sürer; sessiz, parlak, sonsuz bir ışıkta.
Ve belki de asıl sır şudur:
Gölgesini tanıyan, ışığa karışır;
ışığa karışan, artık gölgesini bile aşar.

Funda Torunlar Trabzon’da doğdu. Yükseliş Koleji’ni ve Hacettepe Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği bölümünü bitirdi. Çeşitli özel okullarda İngilizce öğretmeni olarak çalıştı. Çocukluğunda başlayan ‘kavramlara’ olan ilgisi, çocuk oyunları, hikayeler, denemeler, roman denemeleri, tiyatro metni yazarlığı çalışmalarına zemin hazırladı. 2018 yılında, Joyland İngilizce ders kitabı serisinin ortak yazarı oldu. Ayrıca D.H Lawrence’nin “Lady Chatterley’in Aşığı” adlı eserini Türkçeye çevirdi. Emeklerine müteşekkir olduğu iki güzel insanın evladı, Zeynep ve Cemre’nin de annesi olan Torunlar, halen İngilizce öğretmenliği yapıyor ve yazmayı sürdürüyor.

