Güzin Arar
Anası ve üç kardeşiyle haftalardır babasının yolunu gözlüyordu. Gündüzleri tarlada anasına yardım ediyor, kurak geçen mevsimden sonra o kış geçimlerine çok da yetmeyecek darıyla buğdayı topluyorlardı.
Babası Antalya’ya mevsimlik işçi gideceğini söylediğinde en çok o ağlamıştı da, babası dizine oturtup, “Atasının balası oğlum, İsmet Paşa’yı senle dinlemedik mi radyoda? Ne dedi Paşa, çocuklarınızı ekmeksiz bıraksam da, bubasız bırakmadım. İşte şimdi buban da ekmek için, aş için gidecek gelecek, he mi? Bak, bu kadar gardaşının arasında ananı sadece sana emanet ediyom. Onun eçün, heç ağlamak yok, tamam mı benim badem gözlü balam” Bunları söylerken burnunu ve içini çeke çeke babasına bakmış, “Ben emanet istemiyom buba, sen gelene kadar ağlayacağım” diyerek yüzünü babasının göğsüne gömmüştü. Ayşe bu haline tebessüm ettiyse de, oğlunun babasına en çok ihtiyacı olduğu yaşta yaşadığı ayrılık depremine içi dayanmamıştı.
Sonraki günler, haftalar, anasının alıştığını sandığı ama içinde sessizce büyüyen ayrılık hüznüyle geçmiş; babasını bir daha hiç göremeyeceğine dair sinsi bir korku ve sızı içine yerleşmişti. Öyle ya, madem babası dönecekti, neden anasını ona emanet etmişti ki küçücük yaşında?
Nihayet bir bayram sabahı Arif, kalın urganla çepeçevre bağlanmış bavulu ve sırtında bir çuvalla derme çatma avlu kapısında duruyordu. Oysa, anası “Bubanız arife günü yola çıkacağını muhtar efendiye haber etmiş” dediğinde inanmamış, kendisini teselli ettiğini düşünmüştü. Ondandı diğer kardeşleri babalarının kucağına atlarken, Mehmet’in gözyaşlarıyla anasına sarılması. Gidenin bir gün döneceğine dair bir inanç, insanın sözüne bir güven yeşermişti içinde.
Bayramın hası tam da şu anda Mehmet’lerin evinde yaşanıyordu. Çocuklar cıvıltılarıyla babalarının etrafında uçuşurken, Mehmet babasının kucağında, gözlerini babasının yüzünden bir saniye olsun ayırmadan oturuyordu.
“Memedim, içli oğlum, bak burdayım, getmiyom heç bi yere. Hadi sen de iki lokma ananın bayram pilavından ye de içim rahat etsin. Hem yemekten sonra size Antalya’dan getirdiğim bişey göstertecem”.
Bunu duyan Mehmet, babasının kucağından sofra bezinin altına kaydı ve anasının onun için koyduğu tahta kaşığı sininin ortasındaki pilav tenceresine daldırdı.
Sofra kalkmış, Baba Arif bütün çocuklarını yamacına toplayıp, getirdiği çuvalı önüne çekmişti. Ağzı açılan boz bulanık çuval çocukların meraklı bakışları altında parlak bir güneş topu doğuruverince, Mehmet’in gözleri fal taşı gibi açılmış, bu koyu sarı güneş topuna kilitlenmişti.
“İşte guzularım, babanız Antalya’da bunlara baktı böyüttü, sonra da doplayıp gamyonlara yerleştirdi. Bunun adı: portakal. Datlu mu datlu, sulu mu sulu bir yemiş. Çok sıcak, denizli memleketlerde yetişiyo, hemi de pek şifalı. Böğürünü üşüttüğünde çarçabuk iyileştiriyo.”
Çocukların hepsi büyülenmiş gibi babalarının elindeki portakala bakıyordu. Babalarıyla gurur duymuşlardı.
Bayram ertesi yaz tatili bitmiş, okul açılmıştı. Emine Öğretmen, tek bir karma sınıfı olan okulun tek öğretmeniydi. Köydeki halinden memnun kalınca kendi isteğiyle görev süresini uzatmıştı. Süre uzadıkça çocuklarına daha çok bağlanıyor, oradan ayrılması da giderek zorlaşıyordu.
Okulun o ilk günü, ders çıkışında, Emine Öğretmen dört kardeşi de yanına alarak Arif’le Ayşe’nin evine beklenmedik bir ziyarette bulundu. Kapıyı açan Ayşe karşısında çocuklarıyla birlikte Emine Öğretmeni görünce hem sevinmiş hem endişelenmişti. “Ooo, Emine Hocam, hoş gelmişsen, yüzünüze hasret galdıydık bütün yaz” diyerek, Emine Öğretmeni içeriye buyur etti. Bir yandan da, çocuklarına bakıyordu göz ucuyla. Acaba bu ziyaretin onlarla bir ilgisi var mıydı? Emine Öğretmeni gören Arif, telaşla karışık bir saygıyla oturduğu sedirden hızla kalkarak, “Aman gıymetli Hoca Hanım, hoş gelmişsen, sefalar getirmişsen” diyerek Hoca’yı selamlamaya girişti.
“Hoşbulduk Arif Efendi, sen de Antalya’daymışsın yaz boyunca, sen de hoşgeldin. Mehmet’ten aldım haberlerini”
“Deli çocuk, ilk günden anlattı mı size her bişeyi?”
“Aslında anlatmak zorunda kaldı, bugün biraz üzüldü okulda. Ben sizle hem bunu hem de başka bir şeyi daha konuşmak için gelmek istedim”
Arif’in tebessümü biraz düştü. “Hayırdır Hocanım, ilk günden sizi üzdü mü yoksa Memet?”
“Yok yok, Arif Efendi, oğlunu tanımıyor musun, o öyle bişey yapar mı?” diyerek anlatmaya başladı: “Kaç yıldır okutuyorum, çok saygılı, sakin bir çocuk. Ama bugün onu biraz üzdü diğer çocuklar. Sınıfa girdiğinde, önlüğünün üst cebine bir çatal iğneyle portakal kabuğu tutturmuştu. Hiç sormadım, anladım onun için önemli olduğunu; eli sürekli cebinde, kabuğun yerinde olup olmadığını yokladı durdu bütün gün. Son teneffüste, bahçede çocuklar, ‘Ne o lan Memo, damat mı oldun, çiçek bulamadın da çaput mu bağladın yakana’ diyip, portakal kabuğunu çekmiş kopartmışlar. Seslere çıktığımda, Mehmet bahçenin köşesinde, “Onu bubam bize teee Antalya’dan getirdiydi” diye hıçkırarak ağlıyordu.”
“Ah içli deli oğlan, nerden aklına düşmüş yemişin gabuğunu takınmak” derken, içi ferahlamıştı Arif’in; aklına getirdiklerinin yanında bu o kadar masumdu ki.
“Merak etme Arif Efendi, ben konuştum, sakinleştirdim onu. Siz hiç konuyu tekrar açmayın. Ama bu olay vesile oldu sizle asıl konuşmak istediğim şey için. Ankara’dan Maarif Vekaleti’nden bir yazı geldi. Devlet köylerdeki çalışkan, başarılı çocukları ilkokuldan sonra alıp, okutuyor. Sonra da o çocukları kendi köyüne öğretmen gönderiyor. Her köyden bir çocuk seçiliyor ve bu yazıyla da, bu çocuğun kim olacağını köydeki öğretmene soruyorlar. Anlayacağın Arif Efendi, benim adayım Mehmet, eğer siz de evet derseniz. Mehmet hem hassas bir çocuk, hem sınıfın en başarılı öğrencisi. Böyle bir imkânla fişek gibi bir öğretmen olarak köyüne döner, köyün ve diğer çocukların kaderini değiştirebilir.”
Arif tutulmuştu, o birkaç dakikada hasreti burnunun direğinde hissediverdi. Memedi ailesi olmadan nasıl yapardı yaban ellerde. Bakışları yere indi.
Emine Öğretmen anlamıştı Arif Babanın içindeki fırtınaları ama devam etti; bak Arif Efendi, yavrunuzdan ayrılma fikrinin ne kadar zor olduğunu anlıyorum; inan ki anlıyorum. Beni yıllardır tanıyorsunuz, bu köyü de, Mehmet’i de çok severim, artık ailem gibi oldunuz. Bana biraz güveniyorsanız, Mehmet için kötü olan bir şey istemeyeceğime inanın. Hem Mehmet’i, güçlü, ayakları yere basan biri olarak karşınızda görseniz sevinmez misiniz?
“Sen bana bakma Emine Hocam, ben biraz evvel Memed’imi çoktan o okula gönderdim. Gıymetlimin elinden böyle bir fırsatı nasıl alırım, kendi köyümü, köylümü bu imkândan nasıl mahrum ederim, Allah da affetmez beni. Allah devlete zeval vermesin, Allah devletten de sizden de razı olsun. Ama Memedimi üzmeden ona nasıl “He” dedirtecez, onu heç bilmiyom”
Emine Öğretmen şefkatle Arif’in sırtını sıvazladı, “Sen merak etme Arif Baba, ben şimdi sizin yanınızda konuşacağım onunla. O farklı ve sevgi dolu bir çocuk, sizi çok iyi anlayacak ve inan ki, hayat boyu size minnettar olacak.
O gün Mehmet okula gitmeyi kabul etti. Hiç ağlamadı. Çünkü artık gidenlerin bir gün döneceğine ve insanın sözüne güvenmek gerektiğini biliyordu.
———


