Ahmet Yalçin
Bir düşünceden başka bir düşünceye zihnini yoruyordu. Evden çıkıp sahile gidecekti ama birden kendini ummadığı bir yolun başında buldu. Görünenin ötesine çok uzaklara giden bir yol… Yol uzayıp gidiyordu. Yolun başında sonunu gözlüyordu. Gözleri kıpkırmızı kesilmişti. Yüreği harlandıkça harlanıyordu. Göğüs kafesi çatlayacaktı, nefesi kesiliyordu, damarlarında gezinen kanın basısı beynini zonklatıyordu. Bir uğultu girdabıyla başı dönüyor, gözleri kararıyordu. Kulağında çınlamayı andıran sesler yankılanıyordu. Elleri titremeye, dizlerinin bağı çözülmeye başlıyordu. Vücudunu saran hararete rağmen güçlü bir titreme kasıp kavuruyordu. Başında durduğu yolun kapısı ayrılığa açılıyordu. O yola adım atmak istemiyordu ama kaçınılmaz bir son onu bekliyordu.
Susmayan gözlerine inat mühürlü dilinden bir iki cılız sözcük döküldü: Ah! Leylâ!
Yolun başında duruyordu. Geleceğe bakıyordu. Yol uzun upuzundu. Çetrefilli, meşakkatli bir yol duruyordu karşısında. Bütün üzüntüler, kederler, acılar, ızdıraplar yolun bir yerine durak yapmıştı. Sona gitmek için hüzünlerden, kederlerden, acıdan, ızdıraptan geçmek gerekiyordu. Kezzap içip ciğerleri dağlamak gerekecekti. Razı oldu bütün her şeye…
Mühürlü dili bir iki kelime söyleyiverdi: Ah! Leylâ!
Leylâ gitmişti, sıra onundu. O da bir yola düşecekti, düşmemeliydi ama düşecekti. Yutkundu. Gözleri artık çakır çakır bakmayacaktı. Zira gözlerinde, yüreğinde, sözlerinde tek hâkim renk kızıldı. Kızıllığı küllenmiş yakıcı bir yol duruyordu önünde. Adım adım onu yakacak, kavuracak ve küllerini rüzgâra savuracaktı. Bu sondan kurtulamayacaktı.
Yüreği helecanla dile geldi: Ah! Leylâ!
Gitmek kolaydı ama ya unutmak? Mümkün gözükmüyordu. Hangi silgi yüreğine kazınan güzeli silebilirdi ki? Hücrelerine sinen hatıraları kazıyabilirdi ki? Nefes nefes soluduğu hayat özünü elinden alabilirdi ki?
Heyhat! Göğsü kabardı, yüreği kaynadı: Ah! Leylâ!
Yüreği kabuk bağlayacak, gözyaşları dinecek, ahları tükenecek, hiçbir şey olmamış olacak… Bu hâli mümkün görmüyordu. Başında beklediği yolun başından sonu düşünüyordu. Böyle bir ayrılıktan kaçacak bir cadde aradı. Her şeyi yok edecek, kaçacağı bir yol arıyordu. Ama yoktu.
Leylâ, yoktu… “Bu yolun sonu nereye çıkar?” diye düşünmenin bir anlamı da yoktu. Daha fazla düşünmeye de hacet yoktu. İstemese de ızdırap dolu yolculuğunun ilk adımını attı.
Yüreği feveran etti: Ah! Leylâ!
Sahile geldi, etrafına bakındı, denize bir göz attı, serin rüzgârı kucakladı, üşümek istedi, buz kesip donmak istedi, şerha şerha olup yok olmak istedi. Ayrılığı lügatlerden silmek istedi, hasreti Kaf Dağı’na kovmak istedi. Gönülden bir arzuhal yazıp yaratana sığınmak istedi: Ah! Leylâ!
Zihninden kelimeler bir bir uçup göçtü, gözünde akacak yaşlar kuruyup gitti, yüreğinden firar eden ahlar tükenip bitti.
Ayrılık başa gelmişti, ne yapabilirdi ki?
Sahildeki banka oturdu, Kız Kulesine baktı, gözlerinde çağlayan hasretle dili dönüverdi: Ah! Leylâ!
Aslında yolun sonundaydı, ama bu son başka bir başlangıcın ilk halkasıydı. Bitmez denilen sevdası bitmişti. Gün batmak üzereydi, gökte bir kızıllık, gözde bin kızıllık, dilde binbir ayrılık vardı artık.
Bir simit alıp martılarla yürek yükünü paylaşmak istedi. Gözleri, kuru bir simide tav olmuş martıları aradı. Epeyce aradı. Ne bir martı ne bir dalga ne bir vapur sesi vardı. Her yer ve her şey lâl olmuştu. Nedenini anlayamadı, bu sessiz sinemayı kim çeviriyordu? Bu sükûtu kim hayatına sokmuştu? Aradığı cevabı bulamıyordu…
Simidi ufak ufak parçalarken çaresizliği dile geldi: Ah! Leylâ!
Gün ışığını çekerken bir poyraz, yüreği sevda koruyla yanan herkesi, özellikle de Ali’yi üşütmeye niyetlenmişti. Poyrazın şiddeti anbean artarken üşümek bile nasip olmamıştı. Bir volkan gibi kaynayan yüreği homurdanıyordu. Denizde yalancı yakamozlar geceyi aydınlatıyordu. Saatlerdir sahilde derdine ortak olacak bir martıyı bekliyordu. Ne gelen vardı ne giden…
Beklemek yakıcıydı, onu incitiyordu. Yolda yürümek ise daha yakıcı daha inciticiydi. Ne yapacağını bilmeden öylece durdu, lâl olmuş âleme kulak kabarttı. Sesler uzaktan çok uzaktan geliyordu. Leylâ’nın sesini duyar gibi oldu, başını kaldırdı, kızıl gözlerle karşısına konan martıyla göz göze geldi. Martının bir şeyler söylemesini bekledi, yalvaran gözlerle dakikalarca martıya baktı. Sonra diğer taraftan Leylâ’nın sesini duyar oldu. O tarafa yöneldi. Bir simitçi “Simit! diye avazı çıktığınca bağırıyordu. Bir ekmek arayışında simitçi çok içten bağırıyordu. Hayatı bu bağırışın bulacağı yankıya bağlıydı. “Leylâ!” diye bağırsaydı keşke diye içinden geçirdi. Hayatı o bağrışın peçesindeydi. Simitçi sesiyle uzaklaştı.
Sonra arkasından Leylâ’nın sesini duyar gibi oldu. Laciverte çalan denizden ayrılmak hoşuna gitmese de ardına döndü. Bir polis, gelişi güzel park eden araçlar için ikazlar yapıyordu. Trafiği nizam ve intizama sokmaya çalışıyordu. Kaosu bitirip insanları huzura erdirecekti. Bir ikazı kendisini bırakıp giden Leylâ’ya yapsa diye içinden geçirdi. Böylelikle bu yakıcı yıkıcı kaos gider, huzur, nizam, intizam daha önemlisiyse Leylâ gelirdi. Polis araç farlarının ışığında kaybolup gitti. Deniz tarafından Leylâ’nın sesini duyar gibi oldu. Denize döndü yine. Lacivert lacivert sahili döven dalgalara bakarken yine martıyla göz göze geldi. Bu defa martının gözleri kızıl kızıl bakıyordu. “Galiba martı bana acıdı!” diye düşündü.
Martının acımasına üzüldü, sahilde bir başına beklemesine üzüldü, ayrılık yolunda adım adım yürüyecek olmasına üzüldü, her yerde Leylâ’nın sesini duymasına rağmen onu görememesine üzüldü, poyrazla şiddetlenen gözyaşlarına üzüldü, dilinden düşmeyen ahlara üzüldü, serserice atan umutsuz yüreğine üzüldü…
“Bu hayat böyle nasıl devam edecek?” diye korkunç bir heyulanın içine düştü. Bir çıkış yolu bulamadı, Allaha yalvarmaya başladı, yüreğindeki derin yaranın bir an önce kabuk bağlaması için dualar etmeye başladı. Bütün umudu yüreğinin harını dindirecek, gözlerinin payını silecek, hatıraları unutturacak bir kabuktu…


