Nilgün Karataş
Seni düşününce aklıma karanlık, soğuk sokaklar geliyor; ve yaşarken de ölürken de üşüdüğün. İçim acıyor… Yıldızlar üşümemeli oysa, hiçbir yıldız üşümemeli. Yıldızlar düşmemeli de diyebilir biri, evet düşmemeli ama yıldızlar da düşer, senin gibi… Keşke neşenle, şarkınla, renklerinle kalsaydın aklımda, cahilliğin mutluluğu ile avunabilseydim. Parıl parıl parladığın halin ne güzeldi.
Artık biliyorum ışık; aydınlatmaya yetmeyebilir karanlığı. Fazla ışık kör bile edebiliyor insanı. Gölgenin olmadığı yerde görüşümüz de kısıtlanıyor.
Ama sen karanlıkta ortaya çıkan gölgenle daha da güzelleşmiştin gözümde; seni ancak o zaman anlamış, o zaman bilmiştim. Çocukluğumun şen şakrak kadınının aslında hiç de öyle olmadığını, onunla aynı yaşa gelince anlamak ne ironi. Gülüşlerimizin suratımızda donması, hüznün yerini acıya bırakması hep o çağlara rastlıyor.
Duygu dozu ayarlı bir yazı olacaktı, belli ki bu imkansız. Zihnim çoktan sırça fanusu çatlattı bile, deniz suları sızmaya başladı. Önce dudaklarını, sonra ciğerlerini mi yaktı tuz? Canın çok acıdı mı? Huzura mı erdin yoksa… Aynı tadı alıyorum, göz yaşlarımla karışık. Sana mı ağlıyorum, bize mi? Tüm yıldızlara mı?
Bu sözleri sana söyleseydim “Boş yapma abla, geç bunları” mı derdin acaba? Yoksa iyi bir şeyler söylediğime kanaat getirip, önce göz kırpıp sonra düşüncelere mi dalardın? İki dakika sonra da hiçbir şey olmamış gibi kaldığın yerden devam mı ederdin?
Belki de aramızdaki en büyük fark budur, ben yazıyorum sen yaşıyordun. Yaşamaya çalışıyordun. Denedin bunu, ısrarla…
Hâlâ yaşıyorsun biliyor musun? Öldüğünü herkes biliyor da pek kabul gördüğü söylenemez. Mandela etkisi gibi.[1] Başkanın tam tersi. Herkes öldüğünü sanıyordu o yaşarken, senin hikayenin bitmiş olması ise artık yaşamadığın anlamına gelmiyor. Sen hâlâ arka sokakların bir yerinde, bir lambanın altında sigaranı yakmış, bekliyor gibisin. Ya da gölgen dolaşıyor buralarda bir yerlerde.
Bazı insanlar bir kez var oldu mu, hiç yok olmazlar. İster asılsınlar, ister denize düşsünler. Yıldızları bir kere parladı mı asla sönmez. Ya ışıkları ile ilham olmaya devam ederler ya da gölgeleri ile bilgeliklerini konuşturmaya…
Sen de öylesin. Tam unutacak gibi oluyorum, birden çıkıyorsun karşıma. Geçenlerde kitapçıda gördüm seni, her zamankinden daha rengarenk göründün gözüme. O an düşündüm, seni yazmam gerektiğini, seni sana yazmak gerektiğini.
Nereden başlamalı?
Saçlarından mı? Aynalardan mı?
Geceden, evet o geceden…
Hatırlıyor musun? O gece soğuk iliklerine kadar işlemişti. Titriyordun. Lanet gecelerden biri.
Böyle gecelerde yağmur yağmazdı ama sanki gecenin karanlığı havanın rutubetini bir pompayla etrafa püskürtürdü.
Senin tabirinle aynasızlar, zaten saçlarının ıslaklığı yüzünden seni görmüşlerdi. Siyah ve kıvırcık saçların parlardı hep. Saklanıyordun ama saçlarının üzerindeki yıldızlar seni hep ele veriyordu. Erkekler de bu yüzden bütün kızlar arasından seni seçerdi. Ünlüydün tabii, gece insanlarının hepsi seni tanırdı.
Karakola ilk götürüldüğün gece ayna görünce çocuk gibi sevinmiştin. O kadar zamandır sokaklarda, vitrinlerde, cam kırıklarında parçalanmış hâlde görüyordun ki kendini… Bir bütün olarak bedenini görmek tuhaf ama hoş gelmişti. Ayna kirli ve bulanık bile olsa, o gece oranın en güzeli ve en süslüsü sendin. Başka bir gece en paçozu…
Hayat bu bir gün ışıldarsın, bir gün söner ışığın. Gölgen ne kadar güçlüyse ışıltın da o kadar gerçektir. Işık, ancak gölgenin varlığıyla anlamlanır; senin fosforun da gölgenin yansımasıydı belki de.
Neden anlatıyorum ki bunları, hikayen zaten biliniyor; ama yanlış ama doğru herkesin bir fikri var hakkında. Ben asıl sevdayı anlatacaktım seninle; sevmenin aydınlık ve karanlık yönlerini senden iyi kim bilebilirdi ki? Birini sevmenin ve susmanın, birini sevmenin ve beklentiye girmeden beklemenin, birini sevmenin ve hiçbir koşulu aklına getirmemenin…
Senin sevdanın aşktan öte bir şey olduğunu da yazacaktım altını çizerek. Seks işçisi diyecektim de aşk kadını demeyecektim hakkında. ‘Aşk yapmak’ diye bir deyimin olduğu günümüzde, senden aşk kadını diye söz etmem haksızlık olmaz mı?
İlle de kategorize etme cüretini göstereceksem; senin en az, sevdiğin adam kadar politik olduğunu söylemek isterim. Sen politik bir kadındın, bunu biliyor muydun, sezdirmiş miydi yaratıcın sana?
Aslında sen tek bir kişi değildin, minicik minicik parçalardan oluşan bir puzzle gibiydin. Eksik parçalar hep olur, olsun, eksik parça eninde sonunda yerini bulur…
“Kadın doğulmaz, kadın olunur” cümlesi daha kurulmamışken sen bunun sağlamasıydın.[2] Bir bedene, bir etikete, bir role sıkıştırılmıştın ama sen o rolleri taşımanın değil, onları dönüştürmenin kadınıydın. Seni “aşk kadını” yapan şey bedenin değil, varoluşunun politikliğiydi. Sevmek senin için sadece bir duygu değil, bir özneleşme biçimiydi; birinin gözünde insan olarak var olmanın, kendini aynada ilk kez bütün görmenin yolu.
Bu yüzden senin hikâyen, bir kadının aşk aracılığıyla “öteki” olmaktan çıkıp kendi varlığının öznesine dönüşmesinin hikâyesidir, kadın kimliğinin ötesine geçip insan olmanın dersidir. Ve çok daha fazlasıdır…
Senin varlığından ilk kez bir filmle haberdar olmuştum, küçüktüm. Renkli bir dünyada, renkli bir kadındı gördüğüm. Sevmiştim. Bir neşe, bir cilve, bir güzellik… Koca koca gözler… Işıl ışıl… Büyüsü oydu o kadının. Herkes gibi ben de o parıltıya kanmıştım. Sonradan öğrendim, o sen değildin, üzgünüm ama ne kadar sevilirse sevilsin replikandı Türkan Şoray.
Büyü bozuldu.
Artık ismini anmalıyım; Cevriye.
Fosforlu Cevriye.
Onu bizim gerçekliğimize taşırmadan bizi Cevriye’nin kurgu dünyasına adapte etmeye çalıştım. İstedim ki sözlüklerimle direkt ona sesleneyim, onunla konuşayım, anlaşıldığını, sevildiğini, unutulmadığını bilsin.
Zormuş, Cevriye’ye doğrudan seslenmek… Suat Derviş bile hikayeyi onun ağzından yazmadıysa elbet vardı bir bildiği. Doğrudan onun sesini duymak, onunla doğrudan konuşmak hiç kolay değilmiş.
Diyorlar ki isminin anlamı; eza, cefa, eziyetmiş! Arapça cevr sözcüğünden türediğini düşünürsek öyleymiş. Bu haksızlık değil mi? Eğer öyleyse dünyaya bir kız bebek geldiğinde adı neden Cevriye konulsun ki?
Bu ismin başka bir anlamı olmalı: Cevriye, yıldız anlamına gelebilir pekala. Evet, bundan sonra Cevriye’nin anlamı; denize düşen yıldız demek! Hem de en fosforlusundan.
Zaten o bir yıldız olduğunu biliyordu. Annesiz, babasız bir sokak çocuğu olduğu için bir yıldızdan yeryüzüne düştüğüne inanan bir kız çocuğuydu Cevriye.
“Acaba ben ölmüş olsaydım, yıldızların hangisi kayacaktı? Bilsem imanına tükürdüğümün yıldızlarından hangisi benimdir, vallahi göğe merdiven kurar, çiviyle onu göğe çakardım.”
Yıldızını göğe çaktın mı Cevriye?
Hangi yıldız sensin? Zifiri gecelerde en çok parlayan yıldız sen olabilir misin?
Hayal bu ya; dolaştığı sokaklardan birine Suat Derviş adı verilse, diğerine de Fosforlu Cevriye. İkisi de hak ediyor bunu, İstanbul da hak ediyor bu isimleri. Suat Derviş, bir komünist olarak ülkesini hep sevdi… Gazeteci olarak iş bulamayıp, gerçek adı olan Hatice Saadet Baraner yerine takma adla yazmak zorunda kaldığında da, tutuklanıp hapse atıldığında da sevdi…
Suat Derviş’le aynı mahallede oturuyoruz, nedense garip bir mutluluk veriyor bu bana? Onunla aynı coğrafi koordinatları paylaştığım için onun gözü karalığı, kararlılığı bana da bulaşacakmış gibi… Cevriye’ye bulaşmıştı. Cevriye, baştan aşağı onun kendisi olmak için cesurca yüzüne baktığı ‘öteki’siydi. Öyle ya ötekinin yüzünü bir kere gördüysen artık ondan sorumlusundur… [1]
Levinas’ın “ötekinin yüzü” kavramı, ışıkla gölgenin sınırında anlam kazanıyor onu düşününce. Bir yüzü tamamen aydınlattığında, onu bir nesneye dönüştürürsün ama gölgede kalırsa onun insan yanını hissedersin. Cevriye’nin yüzü de böyle bir yüzdü; toplumun ışığında fazlasıyla görünür, insanlığın gölgesinde ise görünmez… Onun etik çağrısı, tam da bu yarı karanlıkta yankılanıyordu: “Bana bak ama yargılama.”
Belki de bu yüzden Cevriye İstanbul’u İstanbul yapan her şeydir. Karpuz kabuğu kokan denizlerde yüzmüş, köprü altlarında ısınmış, sokak lambalarının altında yaşamış… Cesur, savaşçı, boyun eğmez, ağzı bozuk ama aynı zamanda çocuksu ve naif. En önemlisi de Cevriye kalabalıkların ortasında kimsesizdir, tam da bu yüzden İstanbul’un ta kendisidir.
Adalet duygusu gelişmiştir Cevriye’nin, insanın özündeki iyiliğe inanır. Onun için namus, iki bacak arasında değil; ruhun bekaretindedir. Bu yüzden “sokak işçisi” olması onu kirletmez, aksine insan kalabilme ısrarını görünür kılar. Kaçar, saklanır ama Cevriye asıl ümidi temsil eder. Her ne olursa olsun, o bize bir başka ihtimalin daha olduğunu hatırlatır.
Hiçbir şeyin kalmadığının zannedildiği zamanda bile ümit vardı. Çünkü hayat sayısız ihtimal ve imkânlar demekti.
Cevriye karanlığın kadınıdır desem gündüzlere ayıp olur, Cevriye aydınlığın kadınıdır desem geceler isyan eder: Hem o hem de o aslında.
Onun hikayesi bir düşüşle biter gibi görünür ama denize düşen yıldızlar söner mi ki? Boğaz’ın karanlık suları o yıldızları koynunda saklıyor olmasa hâlâ konuşuyor, hâlâ yazıyor olur muyduk Cevriye’yi? Belki de yakamoz dediğimiz ışıklar, denize düşen o yıldızların ışıltısıdır kim bilir?
[1] Fransız Düşünür Emmanuel Levinas’a göre “ötekinin yüzü”, bizi ahlaki bir sorumluluğa çağırır.
[2] Mandela Etkisi: Toplu toplu bir yanılma hâli. İnsanların hiç yaşanmamış bir şeyi birlikte hatırlaması, gerçeğin bellekte başka bir biçim alması.
[3] Simone de Beauvoir’ın “Kadın doğulmaz, kadın olunur” (On ne naît pas femme on le devient) cümlesi, ilk kez 1949’da yayımlanan Le Deuxième Sexe (İkinci Cins) adlı kitabında yer alır. Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye romanı ise 1944-1945 yıllarında tefrika edildi, kitap olarak da 1968’de yayımlandı.

Nilgün Karataş, İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Henüz öğrenciyken çalışmaya başladı, Milliyet, Dünya, Akşam, Günaydın, Business Week Dergisi ve Hürriyet’te gazetecilik yaptı. İlk romanı Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar’ın yanı sıra birçok kolektif kitapta öyküleri yayımlandı. Bianet, Yeni Sinema Dergisi ve Suare Dergi’de yazıyor. İkinci üniversite olarak da felsefe okuyor.


