Benan Bilek
Cep telefonunun titreyen saat dört alarmı… Düzenli eziyet. Her gün aynı. Zahmetli, mutsuz ve zorunlu. Zorunlu bir şeyin sıkıntı verici olması da illakisi belki. Annemin ajitasyon saati; ben ilacı uzatacağım, o kafasını çevirecek, ben bildiğim güzel sözleri söyleyeceğim, o ağzını kilitleyecek, ben hadi diyeceğim, o başını iki yana çevirecek hırsla ve hızla, şurubun bir kısmı döküldü diye ben bir yarım kaşık daha şurup dolduracağım, bu kez elleri girecek devreye, ellerimi itecek, kaşıktaki şurup üstüne dökülecek, geceliği örtüsü ne varsa her şey kan damlaları gibi şurup lekesi olacak, ben önemli değilmiş gibi yapacağım gerçekte önemliyken, ben kızacağıma o kızacak, zor belâ içirdiğim bir kaşık şurupla günlük görevimi yapmış olmanın rahatlığıyla salona geçmeden önce üzerini değiştireceğim, yorgun düşecek ve uykuya dalacak. En huzurlu saatim. Ama henüz o mutlu son için yapmam gereken bir şey var; zamanında ilacını içmeli.
Saatin titreşim sesi duyulduğunda mutfak fayansları eriyen mum gibi sarkıyor. Yıllarca “benim” diye tanımladığı mutfağının uzun zamandır fırçalaya fırçalaya temizleyemediği çirkin sarı fayansları ondan intikam alırcasına akıyor yerlere. Tabak rafının düzenini değiştirdiğimi hiç görmedi; bilse susmak bilmezdi. En çok daha o çay tabaklarını ortaya çıkardım diye kızardı bana, kesin. “Onlar benim misafir çay tabaklarım, niye aldın?” dedi. Dedi gerçekten. Sadece bir çay tabağı için saatlerce konuştu, kalbimi kırdı, ezdi yüreğimi. Alt tarafı kırmızı bir çay tabağı. Şimdi ikiye kırdığım haplarını o çay tabaklarıyla getirdiğimi fark etmiyor bile. Misafir çay tabakaları, evin misafirine hizmet ediyor ilk defa saatin ritmik tik takları arasında.
“İç şunu anne!” dediğimde, yabancı gözlerle bakar kalır bana. Bana ben değilmişim gibi bakar, oysa o, o değil. Elimdeki bardağın camı buğulanıp siliniyor o bitmek bilmeyen dakikalarda. Silik bir neşe, bir kahkaha var ellerimin arasında; bir görünüp bir yok oluyor. Kız annesinin pudriyerinin aynasında bakıyor yüzüne, tuvalet masasının en güzel parçası, sonra yere düşüyor gümüş kutu, anne bağırıyor, kız ağlıyor, pudriyer ikiye ayrılmış.
Koridor ışığının gölgesinde titriyor annemin silueti… Dokunmak istiyorum, yok oluyor sanki hızla. Uykudandır diyorum, ayılamadım belki, siluet gülüyor, alay edercesine. Uykuya dalıyorum tekrar. Sabaha doğru tuvalete kaldırırken, “Sen kimsin?” diye fısıldıyor kulağıma. O anda koridorun duvarları pelür kâğıdına dönüşüyor, ayaklarımın altındaki parkeler kumlu sahil gibi kayıyor. Sular yalıyor parmaklarımı, kırık minareler acıtıyor etimi dalgalar vurdukça, sonra akıp gidiyor ayağımın altından denizin en sevdiğim yeri. Tam o çizgi, denizle kumun ışık ve gölge gibi birleştiği yer yok oluyor ayaklarımın altından, beni çekip bırakıyor, çekip bırakıyor, sonra terk edip gidiyor hemen orada. Annem izliyor beni, gözleri iki kara delik, büyüyor büyüyor, beni içine alıp yutacak diye korkuyorum. Bazen alsın istiyorum, içinde olayım, sonra bir daha çıkartmaz diye korkuyorum içinden. Hapsolurum, boğulurum. Kumsalda ayak izlerine takılıyor bakışlarım. Bana ait değil. Anneme de. Kumlara atıyorum kendimi can havliyle, ıslak havlu kurutmuyor ürpermiş bedenimi, yine de sarınıyorum. Annem yok. Annem gitmiş o ayak izlerinin peşinden.
Gece lambasının altındaki metal kutuya takılıyor gözüm. Onu alıp oraya koyan benim. İçine annemin ikiye böldüğüm haplarını ben yerleştirdim. Annem kutuyu hatırlamıyor. O akşam ikiye ayrılmış gümüş pudriyeri çöpe atmıştı, orada kaldı sanıyor. Herkes uyuduktan sonra çöpü karıştırıp bulup saklayan da benim. Babam biliyordu bu sırrımı; şimdi bilen yok. Annemin eski pudriyeri artık onun ilaç kutusu, fark etmiyor. Bir gün fark etmeyeceği bir pudriyer için ağlatmıştı beni oysa. Keşke diyorum bazen, keşke tüm hapları benim arkam dönükken çıkartsa o pudriyerden, dökse avucuna, atsa hepsini bir anda ağzına, o gün saat dört olmasa, şurup şişesiyle girmesem odaya, dökülmese kan kırmızısı ilaç üstüne başına, o gün ve sonrası hiç olmasa. Öyle olmuyor. Koridordan geçip hapları içiriyorum, annem yarı uykuda.
Televizyonu açıyorum. Kafamı dağıtmam lazım. Bir alev dili sarmış ekranı, her yer yanıyor, her yerde acı. Yirmi yıldan fazla oldu, alevlere bakamıyorum, filmde bile izleyemiyorum artık. Kurtulamazsam bu sefer, ya çeker alırsa beni içine, ya bu sefer tutmazsa elimi babam, alevler babamı da yutarsa, kömür karasında kaybolursak sonra… Tencereyi ocakta unutup yangını çıkartan oydu, hatırlıyorum. Diyemedim kimseye, söyleyemedim. Oydu alevlerin sebebi, evimizi yakıp yok eden annemdi.
Televizyondaki alevler? Onların da sebebi olabilir mi yine? Dumana boğuluyor ekran, her yeri kara bir duman boğuyor, ekrandan sızıyor duman, evi sarıyor yine bir anda. Koltuklar kömürleşiyor, masa, sandalyeler, gümüş vitrini, her şey siyaha bürünüyor. Kül kokusu sarıyor her yeri. Kırmızı çay tabakları dökülüyor vitrinin alt dolabından, yuvarlanıp ayaklarıma kadar ulaşıyor. Bir tek onlar kırmızı. Kara ellerimle tutup alıyorum misafir çay tabağının birini, gerisin geriye alevlere fırlatıyorum, televizyona. Televizyon ekranı tuz buz oluyor, yeniden alevleniyor her yer. Bu kez duvarları yalıyor hızla. O duvarlarda çocukluğumu yitiriyorum bir kez daha.
Birini arıyorum, bir isim, bir tek kişinin adı belirsin, alevler onu yazsın duvara, kimin cezasını yaşıyorum, kimin hayatını ya da? İsim kayıp. Herkes kayıp. Yalnızım bu kömür karasında. İçeriden bir ses duyuluyor, hafif titrek; “Leyla? Sen misin kızım?” Duvarda “Leyla” yazıyor alevler. Leyla kim, bilmiyorum.
Annemi yıkamam lazım, canım istemiyor. Bugün doktor günü, onu yıkayıp temizlemeliyim. Artık kuş kadar kalmış bedenini kucaklıyorum, sırtımda bir sızı. Sızlar mıydı onun da sırtı beni kucaklarken? Hiç demedi. Kucakladı mı, hatırlamıyorum. Şimdi kollarımın arasında gülümsüyor banyonun kapısından girince. Seviyor suyu, hep severdi zaten. Turunç’ta hatırlıyorum onu, tekneden atlamıştı arkadaşlarımın şaşkın bakışları altında. Kimsenin annesi suya atlamazdı, gurur duymuştum. Ben de atladım ardından, beraber yüzelim istedim. “Burada da rahatlık yok,” deyip hızlı hızlı yüzdü gerisin geriye. Tekneye çıkan anneme bakıp sanki umurumda değilmiş gibi yunus atlayışları yaptım beş altı kez. Ardı ardına daldım çıktım suya, teknedekiler izliyordur diye. Sudan çıkmak istemedim, ağlamam bitene kadar.
Aynanın buğusundan izliyorum bembeyaz bedenini. Bağladığım banyo sandalyesinde elindeki sarı minik ördekle oynuyor. Çocuğumu izliyorum uzun uzun, sonra üşüyecek diye korkuyorum biraz. Umurunda değil hiçbir şey, yine görmüyor beni. Ördeği suyla doldurup döküyor, dünyanın en ciddi işi. Elindeki ördeğin sarısı akıyor sıcak suya, akıyor akıyor yok oluyor oyuncağı. Elleri akıyor sonra, suya karışıyor. Elimde sünger kalakalıyorum ona bakarken. Süngeri sırtına değdirmek istiyorum, sünger kana bulanıyor, her yer kan oluyor sonra. Kıpkırmızı sıvıya boğuluyor annem, elimle karıştırıyorum dibe kadar. Tenine değiyorum, “canım yandı!” diye bağırıyor. Süngeri sırtına sürttüğümü fark ediyorum beyazlığını kırmızı yapana kadar. Sıcak su buz kesiyor. Sessizce ağlıyor sandalyesinde, bağlarını çözüyorum. Gözümün önünde kelimeler uçuşuyor, onun kelimeleri. Komşumuz Servet Teyze’ye “sevmiyorum” diye bahsettiği kızı yıkıyor şimdi onu. “Sevmiyorum. Babaannesinin aynısı!” Kucaklayıp çıkarıyorum küvetten, bornozuna sarıyorum. Sevmediği şeyi yapıyorum, terliklerimi sürüye sürüye götürüyorum odasında onu, kucağımda.
Saçları dağılıyor yastığına, çoktan kurumuş. Dağınık bırakıyorum. Suyunu tazelemeliyim, mutfağa gidiyorum. Mutfakta sarı fayanslar eriyen mum gibi sarkıyor. “Onlar benim misafir çay tabaklarım, niye aldın?” Koridor ışığının gölgesinde titriyor yine annemin silueti. Kucakladı mı, hatırlamıyorum. Sular yalıyor parmaklarımı, kırık minareler acıtıyor etimi. Ne yapacağım? Hep böyle… Bu korkunç tekrar. Çöpü karıştırıp pudriyeri arıyorum; saklayayım, bir gün ilaç kutusu yaparım. İçeriden bir ses duyuluyor, hafif titrek; “Leyla? Sen misin kızım?” Leyla kim, bilmiyorum.

Benan Bilek, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü’nde okumak için geldiği İzmir’de yaşayan bir İstanbullu. Öğrencilik yıllarından bu yana iletişim sektörünün farklı dallarında görev yaptı. Metin yazarlığından ajans başkanlığına, dergicilikten senaryo yazarlığına uzanan iletişim deneyiminin sonunda yolu sanata vardı. Un elekleri üzerine ipliklerle yaptığı resimlerle pek çok kişisel sergi açtı; “Yaşam Elekleri” atölyeleri düzenledi. Türkiye’nin izleyicisi sadece kadın olan ilk stand-up projesini hayata geçiren Bilek’in Gece Tuşları, Duvarlar Şahit, Çin Çin Çini Mini Hanım, Rezene öykü kitaplarının yanı sıra Punta – Bir Meyhanenin Romanı adlı eseri bulunuyor. Bilek, öykü yazmaya, sahne gösterilerine, özel atölye çalışmaları ile kasnak ve elek üzerine ipliklerle resim yapmaya devam ediyor.


