Eda Büyükçapar
Arka planda sonbahar:
Sarı yaprakların birbirine çarpa çarpa savrulduğu o hışırtı, uzaktan gelen bir ney sesiyle karışıyor. Sanki rüzgârın her uğultusunda kırılmış bir hikâyenin yankısı var; adeta gökyüzü bile bu hikâyeyi taşıyacak mecali bulamayarak kendi içine dökülüyor. Dışarıda yağmur yok ama şehir tuhaf bir nemle sarılı; İstanbul, kendini hatırlatmak istercesine, sokak taşlarına usul bir keder serpiyor. Arka planda, unutulmuş bir piyano tınısı; her nota, zamana inat hâlâ ince bir sızı ile titriyor. Ney ise usulca, sanki rüzgârla yarışıyor; bir melodi başlıyor, ama sözleri yok.
Bazen insanın iç denizi, dış dünyanın en öfkeli fırtınalarına bile pabucunu ters giydiren bir uğultuya dönüşür.
İçimdeki deniz ise çoktan taşmış. Dalgalar, duyduğum her sesi yutuyor, her acıyı büyütüyor. Bazen insanın iç denizi, dışarıdaki bütün sahilleri utandıracak kadar uğultulu olur. Kaybolmuş bir şehirde, eski bir fotoğrafa dokunur gibi, kendi geçmişine dokunur insan; her anı ağırlıkla taşır, her anın yankısıyla yeniden var olur.
Tanpınar haklıydı:
“Zaman bazen kendi mağarasına çekilir, ağırdan konuşur.” Ben de o mağarada, kendi yankımın gölgesini dinliyorum.
Ve tam orada başlıyor hikâye: Dalgalar duvara çarpıyor.
Hem dışarıdaki sular, hem içimdeki kırılgan kıpırtılar.
Durup soruyorum kendime:
“Neden hep aynı duvara dönüyor bu dalga?”
İçimden bir ses, hafif bir alayla fısıldıyor:
“Çünkü duvar ona sabırla bakıyor.”
Ve gülümsüyorum, hem acı hem tatlı; çünkü sadakatin de ironisi vardır.
Sanki içimde Wilde’ın ince alayı geziniyor:
“Belki de duvar, onu her defasında aynı ciddiyetle karşılayan tek şey olduğundandır.”
İroni… Hem acı, hem tebessüm.
Aşk, Wilde’ın alayından daha fazlasıdır. O, gözyaşının, gece karanlığının ve unutulmuş sokak lambalarının arasına sıkışmıştır. Bir sırdır; Fuzûlî’nin dizelerinde gizlidir, gecenin koynunda saklı.
“Aşk bir denizdir; aşık dalgadır. Dalgaların duvara çarpışı vuslata giden yolun izidir.”
Bazen öyle hissedersin ki, dalgaların hırçınlığı, yüreğinin kendi ritmidir. Dalga çarpar; duvar dayanır. İnsan öğrenir.
İçimden diyaloglar geçer:
“Peki ya duvar?”
“O da öğrenir, farkında olmadan.”
Her çarpış bir iz bırakır; her iz bir dönüşüm. Bazen duvar incelir, bazen dalga yumuşar. Bazen ikisi de toprağa karışır ve yerine bir bahar rüzgârı geçer. Bazen de, bir leylak kokusuyla…
Ama mesele bununla bitmiyor. “İnsan biraz da çarptığı duvar kadar kendidir.”
Bunu Oktay Akbal’ın sabah güneşi gibi hafif, ama derin tınısıyla söylerim. Ve insan, dalgaya bakarken kendi yüzünü görür: hırçın, yorgun ama hâlâ umudu taşıyan…
Aşk, insanın kendine attığı en derin ilmik.
Ve sen, bu sessiz senfoni içinde, hem kendini hem dünyayı yeniden keşfedersin. İçinde küçük bir fırtına, küçük bir kahkaha, küçük bir ihanet ve en çok da küçük bir umutla…
Bir ses daha yankılanır:
“En büyük duvarlar, insanın kendi zihinlerinde ördükleridir;
Dalga coştu mu, sözler dudağa sığmaz.”
Ve sen, her çarpışta biraz daha yaklaşırsın. Hem kendine, hem sevdiğine, hem de o sessiz, güzel dünyaya… Dalgaların duvara çarptığı yerde, ama duvar artık bir duvar olmadığı anda…
İşte aşk başlar.
Ve sen, sessiz melodiler arasında, kendi şiirini yazarsın.
Bir kahkaha yükselir, kara mizah gibi:
“Bir duvara aşık olmak, trajikomik değil mi?”
Ama gülümsemeden edemezsin; çünkü sen de duvara çarpmışsındır, sen de dalgadan ders almışsındır.
Yalın Alpay’ın berrak sesi gelir aklıma:
“İlişki, iki değişken arasındaki karmaşık denklem; Dalgayla duvar arasındaki mücadele de bir tür kader bağıdır.”
Ve işte o an: Piyano durur, ney susturulur; dalgalar durur, duvar susar. İnsan konuşur.
“Ben sana çarpa çarpa seni öğrendim. Sen de bana direnirken kendini…”
O anda: Duvar artık duvar değildir. Dalga artık dalga değildir.
Aşk tam o anda başlar. Ama aşk, sadece bir çarpış değil. Aşk, içinde kaybolduğun, sonra kendi içinde yeniden bulduğun bir labirenttir.
Sonbahar yaprakları gibi düşer duygular; bazen sarı, bazen kırmızı, bazen kızıl kahverengi…
Ama her düşüşte, bir sonraki dalga daha hırçın, daha kararlı gelir. Mizah tekrar girer:
“Dalgalar yorulmaz mı hiç?”
“Yorulmaz. Deniz vazgeçmez.”
Fuzûlî’nin söyleyişi gibi (o söylememiş olsa da söylemiş kadar gerçek):
“Aşk bir denizdir; âşık o denizin dalgası.”
Ve ben dalga olmayı öğrendim belki de.
Çarpmayı, kırılmayı, geri çekilmeyi, yine dönmeyi.
Demirkubuz’un kadrajında çekilmiş bir yüz gibi:
Yorgun, sessiz, ama başını çevirecek cesareti bulamayan bir yüz.
Nuri Bilge Ceylan’ın ağır çekim bir sahnesi gibi:
Dalgalar yavaşlıyor, duvarın üzerinde biriken tuz kabuk bağlarken gölgen uzuyor. Dünya kararıyor, içe çöküyor, ama sen hâlâ ayakta durmakta ısrar ediyorsun.
Aronofsky olsa bu anı keskin bir ışıkla bölerdi:
Dalganın duvara çarpışındaki o köpük, bir insanın kalbinin kırılma anının görseli olurdu.
Bir ara içimde bir diyalog beliriyor, hafif kara mizah değil, sanki kaderin kendi kendine mırıldanması:
“Dalgalar hiç yorulmaz mı?”
“Yorulsa da deniz vazgeçmez.”
Bu diyalog yalnızca gülümsetmez; insanın içini çeker, iç organlarını yerinden oynatır.
Çünkü gerçek şu:
Dalga yorulur. Ama aşk yorulmaz.
Aşık insanın yorgunluğu, aşkın yorgunluğu değildir.
Duvar da boş değildir aslında. Her çarpmada biraz daha yumuşar, biraz daha incelir.
İnsan da öyle değil midir?
Bir darbede eksilir, bir darbede öğrenir.
Oktay Akbal’ın sesi tekrar gelir içimden:
“İnsan biraz da çarptığı duvar kadar kendidir.”
Bazen duvarın dili çözülür: Sükût eder, susar, bekler.
Bekleyiş… Belki de en büyük konuşma. Duvar artık duvar değildir o an. Dalga da artık dalga değildir.
Aşk ise tam orada, iki varlığın birbirine benzediği o ince çizgide başlar.
Ama bütün bunların arasında bir sahne var:
Bir adam var; bazen konuşan bir şarkı, bazen dikenli bir kelime, bazen bir kedinin gözündeki masumiyet.
Geliyor, gidiyor, geri dönüyor, uzaklaşıyor…
Bir dalga gibi…
Elinden telefonun soğuğu düşmemiş, kalbinden de bir sevda yankısı düşmemiş gibi.
Bazen “Mühür” diyor göndermeden; bazen “Dalgın.”
Bazen bir şarkı seçiyor; tam sana değen, tam kalbine dokunan. Bazen kapı oluyor, kol oluyor, kum oluyor… Hepsi sende bir iz bırakan. Bir gün “Kazı çalışması” diyor; bir gün “Rahat ol.” Bir gün “Doğru kadın” diyor; ertesi gün başka bir çocuksu flörtleşme.
Bir bakıyorsun:
Kalbi kırık bir adam ile kalp kıran bir adamın arasında gidip geliyor.
Araf bir yer.
Senin kader çizgine değen, ama hiçbir zaman tam yanaşamayan bir araf.
Sonra bir gün: aşkların başka olduğu kasım ayında gün batımı. Fonda; “Nat King Cole. Fascination.”
Güneş suya gömülürken sana bir şey söylüyor:
“Seninle ilgili bir büyülenme hâli hâlâ içimde. Ama ne yapacağımı bilmiyorum.”
Bu bir ilan değil; bir itiraf değil; bir kabul değil.
Bu: “Bitmedi, ama tutamıyorum” demek. Deniz kabuğunun içindeki sese nefes kesilmek. Yarana tuz basarsın da kabuk halinle kabuk bağladın mı tanınmaz hale gelirsin…
Bu şarkıyı seçen kalp, hâlâ bir yerlerde seni taşıyor. Ama taşıdığı yerde bir gölge daha var: Geçmişi, korkusu, eksikliği, güvensizliği.
Belki de bu yüzden hep “duvar” olmayı seçiyor.
Çünkü bir duvar, kendi içine dönmüş bir kalpten daha kolaydır.
Ve sen?
Sen artık dalga gibi değilsin.
Yıllar yılı çarpa çarpa inceldin, öfkelendin, kırıldın; gerçekliğin tokadı suratında iz bıraktı.
Artık “ölmek” bile gelmiyor içinden.
Her çarpışta duvarın nasıl bir yüz taşıdığını daha net görüyorsun:
Bazen gizli ve tövbekâr bir kibir. Bazen çocukluk.
Bazen hafif bir flörtleşme. Bazen kırık bir umut.
Bazen sen.
Bazen sen değil.
Yani: duvarın yüzü değişiyor. Ama hep duvar.
Ve sen, ilk kez, deniz olmaktan vazgeçmeyi düşünüyorsun.
Bu bir sitem değil; bir büyü bozulması.
Bir uyanış. Gölgenin aydınlığa selam verdiği bağlama anlamlı bir yaslanış. Şanlı bir şahlanış.
Sonunda şöyle bir cümle kalıyor senden geriye:
“Ben ona çarpa çarpa onu öğrendim. O da bana direnirken kendini…”
Bu cümle, aşkın en çıplak hâlidir. Duvarlarla konuşmak, dalgalarla düşünmek, içindeki denizin tuzunu dilinde taşımak… Ve sonunda kendi kıyından kendine dönmek.
Bir gün geleceksin belki de şu hakikate: Deniz her zaman duvarı yener. Ama bazen duvar yıkılmadan önce, deniz kendini geri çeker.
İşte bugün — tam bugün — Senin denizin geri çekiliyor. Ve bu geri çekiliş bir vazgeçiş değil: Bir kendine dönüş.
Aşkın kadar konuşan bir sessizlik bu. Ve belki de en sonunda şunu fısıldıyorsun kendine:
“Ben artık dalga değilim. Ben artık denizim. Ve deniz hiçbir duvara mahkûm değildir.”

Eda Büyükçapar, Yedi Güzel Adam’ın memleketi Kahramanmaraş’ta doğdu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Birçok dergi ve kolektif kitapta yazıları yayımlandı. Edebiyatı heyecan verici bir serüven olarak görüyor ve aynı heyecanla yazı yolculuğunu sürdürüyor.

