Kadir Horzum
Zihnimde dönüp duran var oluş sıkıntılarının üzerimde bıraktığı ataleti atma arzusuyla sokaklara vurmuştum kendimi. Mevsim sonbahar, vakit akşamüstüydü. İstanbul mu kızıldı, yoksa ruhum mu anlamak güçtü. Ben de çok düşünmek istemiyordum zaten. Düşüncenin soğuk ve karanlık dehlizlerinde kaybolmak yerine yürümek; aylak ve aç şairler misali ayazı, yağmuru, ağır aksak yere doğru süzülen yaprakları hissetmek istiyordum. Fakat ne mümkün. Daha kapıdan çıkar çıkmaz daldım o dehlizlere.
“Ne zaman başladı bu iş? Ne zaman kırıldı zihnimdeki sırça fanus da kendimi kaybettim asla bulamayacağım sorularda. Hayır duyan da beni Diyojen sanacak. Alt tarafı keple bot arasında bir adamım. Süleyman Efendi’den tek farkım, ‘To be or not be’ bilmem. Sanki çok matahmış gibi… Olsam da olmasam da dünya dönüyor oysa. Milyonlarca yıl daha da dönecek. Hem dönmese ne olur? Bana ne! Belki başka ihtimallerde daha güzel dünyalar vardır. İnsanların var olmak için her şeyi tüketmediği ya da öldürmediği. Aman olmasa da olur. Sanki yaşamak zorunda mıyız? Şu çınar yaprağı bile bizim için yaratılmış deriz de onu çatır çatır ezmekten tarifi imkânsız haz duyarız.”
“Anaam! Hele gel oğlum gel!”
Kafamı kaldırıp, aylardır görmediğim Emine teyzenin solmuş, yorgun yüzüne baktım. Yine aynı köşesinde, lüks restoranların karşısındaki ağacın altına oturmuş tombul elleriyle örgü örüyor, bir taraftan da fısır fısır dualar eşliğinde ördüklerini satmaya çalışıyordu. Bankın boş tarafına oturdum. Hâl hatır, durum vaziyet nasıl derken, dolu gözlerle anlattı.
“Koca yaz köydeydik oğlum. Herif yaslandı köşesine, ‘dönmem Allah,’ dedi de başka şey demedi. İnan olsun, şu soğuk bank bile burnumda tüttü. Dönecek param yoktu. Olsa hiç beklemez gelirdim. Köyde kime ne satayım. Gerçi şimdi de bir şey satamadım. Örgülerin hepsi kaldı.”
Baktım, yeni ördüğü rengarenk lifler yerde, genç kız misali salınıyor fakat hiç kimse umursamıyordu.
“Belki de Gülten Akın haklıdır. Kimsenin küçük şeylerle harcayacak vakti yoktur. Bu, insan bile olsa… Peki neden? Neden küçük şeylerle zaman harcamaktansa büyük denize dalıyor herkes. Denizi, onun hırçın dalgalarını mı küçük görüyor yoksa kendini mi büyük sanıyor? Hırs mı onu kör ediyor, yoksa kişi zaten kör mü, duvar diplerinde açan otlara, çiçeklere.”
Emine teyzenin titreyen sesiyle kendime geldim.
“Sen benim evladım yerindesin. Benim anam babam zengindi yavrum. Gençliğimde umreye bile gittim. Bu kör olmayasıcaya on beş yaşımda sevdalandım da kaçtım. Keşkem kaçmasaydım. Ömrüm el kapılarında geçti.”
Muziplik yapayım dedim.
“Amca yakışıklıymış belli ki Emine teyze! O kadar malı mülkü bırakıp kaçtığına göre.”
Tombul yanaklarının kenarında iki küçük çukur belirdi. Biraz da kızarıp gözlerini kaçırdı.
“İyiydi ya. İyiydi elbet. Boylu boslu bir adamıdı. Emme ben de böyle değilidim. Anamdan ihtiyar doğmadım ya. Elli kilo bir şeyidim. Tek eliynen kaldırırdı beni. Bakma şimdi…”
Yanlış bir şey söylemişçesine utana sıkıla bana baktı. Oralı değilmişim gibi yaptım, rahatladı. İki çorap alıp kalktım. Hava ufaktan kararmaya başlamıştı artık.
“Hayır, nerden çıktı şimdi bunca kaygı? Ne ara hayallerimin yerini pişmanlıklar, kaygılar almaya başladı? Ne güzel geçinip gidiyordum, hayallerimin pamuktan dünyasında. İyi kötü, Cahit abinin yolun yarısı dediği yere kadar da geldim… Dert de bu değil mi zaten? Sürekli bu yalancı şairleri dinlemekten, kendi potansiyelimi bulamadım ya! Ne olurdu sanki, zamanında onlara kulak asacağıma işe güce baksaydım… Şimdilerde sevmediğim bir işte, ipimle kuşağım gezmez; oradan oraya savrulmazdım.”
Telefonumun sesiyle kendime geldim. Karşımdaki Atila İlhan heykelinin de o zaman farkına vardım. Arayan kurumdandı. Çiğ mi çiğ, avam mı avam bir hatır sorma merasimiyle asıl derdine geldi.
“Birader belediyede iş buldum. Zabıta olarak işe alacaklar.”
“…”
“İstersen seni de aldırabilirim.”
Güldüm.
“Ne karşılığında?”
“Çok değil, bir buçuk milyon.”
“…”
“Aslında bir milyon sekiz yüz bin de ben araya adam sokup bir buçuk yaptırdım. Seni de ondan aradım. Hem senin işin görülsün hem de bana biraz destek çık istedim.”
“Benim işimi görmez o iş.”
“Kestirip atma. Düşün istersen. Bak, borç harç, ben bile gidiyorum. Sahi bana biraz destek olur musun?”
Usuldendir deyip sormuş bulundum.
“Ne kadar?”
“Beş yüz bin kadar.”
İstemesinden ziyade, o miktarın bende olabileceği kanaatine varmasına şaşırdım. Sanki eskilerde, Aziz Nesin’in, Kemallerin, romanlarındaymışım gibi hissettiğim konuşmayı bitirdiğimde Üstat ile göz göze geldik. Hava iyice kararmış, sokak lambaları yanmaya başlamıştı. Parkta, üstadın tam üstüne dikilen sarı sokak lambası da yanmıştı. Anın sanatsal esintisinden olacak mırıldandım.
“Oysa ben akşam olmuşum, yapraklarım dökülüyor usul usul, adım sonbahar.*
Karşısındaki banka oturup, bir sigara yaktım. Havaya doğru üflerken beli bükük, derisi kemiğine yapışmış kırış kırış bir teyze belirdi yanımda ve utana sıkıla elindeki mendili uzattı.
“Almaz mısın yavrum? Bak bu mendil güzel. Yumuşak da.”
Mendili alırken adını da öğrendim hikayesini de. Kocası kanserden öleli on yıl oluyormuş. Çocuğu yokmuş, istemiş ama olmamış. Zeytinburnu’nda eski evlerden birinin bodrumunda, tek göz odada yaşıyormuş.
“Ne yapayım, Allah evlat vermedi yavrum. Olaydı böyle olmazdı. Gerçi buna da şükür. Allah razı olsun, konu komşu ön ayak oldu da başımı sokacak yer buldum. Yoksa dul maaşımdan başka şeyim yok. Şu mendilleri bile çolukla çocukla gönderiyorlar da öyle satıyorum.”
Usul usul karanlığa karışırken mırıldandım.
“Eksikliğin fazlana elbet bulaşacak, öbürü sığacak bunun derisine, yoksa sabaha sağ çıkamazsın, değil mi üstat?”
Heykele döndüm. Hiçbir canlılık belirtisi göstermeden öylece duruyordu.
“Acaba, ‘yalnızlığı dene,’ derken, heykelin dikilecek deseler, ne derdin? Görsen gülersin, şu beton yığınına; beni hiç anlamamışsınız, diye. Kim bilir belki de alay edersin kendinle. Burada bile yalnızım, diye.”
Sustum. Sarı bir yaprak süzüldü, ayaklarımın dibine. Ona bakarken sigaramı ezip çöpe attım.
“Arkadaş da haklı kendince. Madem bu düzen böyle, değişmiyor; öyleyse düzüleceğin yeri seçeceksin. Yoksa beraberindekileri de savurursun oradan oraya.”
Aklıma “Kurt Kanunu” kitabındaki Şaban Emmi geldi.
“Ne diyordu Şaban Emmi? Peygamber postunda oturana saygı duyacaksın. Gerisine de karışmayacaksın. Parana geçer hükmün. Hükümranımız bilir, deyip geçeceksin.”
Bu ara yan taraftaki banka bir baba oğul oturdu. Baba oldukça yaşlı, oğlan ise çok genç gösteriyordu. Adam bir bira açıp geri yaslandı. Engelli olduğunu sonradan fark ettiğim oğlu ise elindeki telefonla oynuyordu. Adam cebinden başka telefon çıkarıp müzik açtı.
Hayalle yaşarken gerçek dünyada,
Zamanı içmişiz haberimiz yok.
Ömürle yüz yüze geldik aynada,
Harcanıp gitmişiz haberimiz yok.
Benim canım da bira istedi fakat Müslüm babayı bırakıp gidemedim. Şarkının sonlarına doğru oğlan elindeki telefonu bırakıp kalktı ve yerdeki yaprakların üzerinde tepinmeye başladı. Neden sonra, durdu. Yere doğru süzülen çınar yapraklarını yakalamaya çalıştı. Babası ise hiç orda değil, başka alemlerdeydi. Kim bilir, belki gençlik aşkında, belki hayallerindeydi. Başımı çevirip heykele baktım yeniden. Yeniden mırıldandım, bacağıma dolanan kediyi okşarken.
Elimden gelen bu ben iki kişiyim
kisi birbirinden çıkmaya uğraşıyor
bilmem ki hangisinden nasıl vazgeçeyim
birisi yeni baştan serüvene başlamış
öbürü silahında son mermiyi yakıyor
çoğalmak neyse ne azalmak zor.*
Elimde bira poşeti, cevapsız sorularımla eve döndüğümde, yine mırıldandım, gülümseyerek.
Hayat zamanda iz bırakmaz
bir boşluğa düşersin bir boşluktan
birikip yeniden sıçramak için
elde var hüzün.*
- Atilla İlhan

Kadir Horzum, Uşak doğumlu. Eğitimini Balıkesir Astsubay MYO, Anadolu Üniversitesi AÖF İşletme ve Sosyoloji bölümlerinde tamamladı. Halen Aile Danışmanlığı ve Yaşam Koçluğu yapıyor. “Kafamdaki Kalabalık” ve “Kalabalıktan Kalanlar” isimli iki adet kitabı Banliyö Yayınevi tarafından yayımlanan Horzum, yazmaya devam ediyor.

