Elif Özge Karakaya
Yolumun üstündeki Ceviz Ağacı’na ilişiyor gözüm. Kısalmaya yüz tutmuş günlerde yaprakları son danslarını sergiliyor. Az ileride deniz var; denizin tuzu yapışmış üzerlerine. Tuzu savurmak için mi, bana anlatmak istedikleri bir şey olduğundan mı, emin değilim. Yere düşen gölgeleriyle uyum içinde tüm kıpırdanmaları, ritimleri, hışırtıları… Tüm bu küçük hareketlerin bir anlamı olmalı.
Bir silüet beliriyor Ceviz Ağacı’nın yanında, yaprakların hışırtısına engel olmadan fısıldıyor:
“Ağaçlar hep en etkileyici vaizler olmuştur benim için. Ormanlar ve korularda halklar ve aileler halinde yaşayan ağaçlara hayranım ben. Tek başına duran ağaçlara daha da hayranım.”
Silüet, anlatacaklarının devamını Ağaçlar’a bırakıyor, onları işaret ediyor. Her hâlinde bir davet var. Merak ediyorum, kendimi onun peşinde buluyorum. Kayın, kestane, şeftali, ıhlamur, huş, meşe, … ağaç ağaç, çiçek çiçek ilerliyoruz. Yeşilin henüz terk etmediği, kokularını üzerinde saklayan yaprakların arasında yürüyoruz.
Silüet, yapraklardan birine uzanıyor, avucunun içine alıp onu biraz okşadıktan sonra derin bir nefesle kokusunu içine çekiyor ve fısıldıyor:
“Şimdi henüz kanlı canlı, yeşil yeşil hışırdayan ne varsa çok yakında solup gidecek üşüyerek, ölecek siste ve karda…”
Tek başına duran Ceviz Ağacı’na bakıyorum uzaktan. Yapraklarının solup gideceği fikri bir an için içimi ürpertiyor. Yaz boyunca güneşten topladığı ışığı, köklerinden çektiği suyu tatlı bir şekere dönüştürmüş; dallarını, çiçeklerini, filizlerini beslemiş. Şimdi son enerjisini rüzgâra bırakıyor. Her biri döküleceğinin farkında; buna meydan okuyor.
Görünmez bir mutfakta durmadan çalışmak… Sonunda yok olacağını bile bile… İnsan yorulur. Zaten onlar birer yaprak.
“Ağaç ne isterdi?” diye düşünüyorum. Yapraklarından vazgeçmek o kadar kolay mıydı? Beni duymuş olacak ki fısıldayarak cevap veriyor silüet:
“Sever giysisini, kederlidir. Taşımıştır yapraklarını neşeli aylar boyunca, ister ki kendinde kalsın.”
Yanında durduğum ağacın bir yaprağına uzanıyor elim, dallarında tuttuğu son ışık kırıntılarını da yavaşça bırakmak üzere olduğunu fark ediyorum. Rengi, yazın derin yeşilinden kışın eşiğindeki altınsı matlığa dönmüş. Damarlarındaki şeker, köklerin sessiz çağrısına karışmak üzere çekilmeye başlamış. Gövdesinden gelen sıcaklık her gün biraz daha uzaklaşacak belli ki, rüzgârın elinde hafifleyen bir hatıraya dönüşecek. Tutunduğu ince sap, ne o bırakmak istiyor ne de ağaç çekip almak. Aralarındaki bağ, söylenmeyen ama ikisinin de bildiği bir vedanın inceliğiyle incelmeye yüz tutmuş. Sonra, bir an gelecek: ne sancı ne acele, yalnızca kabullenilmiş bir ayrılık.
O sırada bir başka yaprak süzülerek düşüyor. “Artık onun için her şey bitti,” diye düşünüyorum.
Silüet, yere düşen yaprağı avuçlarının arasına alıyor. Parmak uçlarında ezmeden, tıpkı kırılgan bir sırrı taşır gibi tutuyor. Onu tekrar toprağa bırakmadan fısıldıyor:
Her çiçek meyve olmak ister,
Her sabahın arzusu akşamdır,
Her şey fanidir bu dünyada,
Değişimden, kaçıştan başka.
En güzel yaz bile ister
Hissetmeyi sonbaharı ve solduğunu.
Yanıldığımı göstermek ister gibi haykırıyor. O an anlıyorum; bu bir son olmayacak.
Yeşilini kaybeden yaprak sararacak önce, ardından belki kızıla çalacak. Ve toprağa karışacak, çürüyecek, döküldüğü yeri zenginleştirecek. Çalıştığı mutfakta bu defa kendisi sunulacak.
Vakti gelen yaprakla yeniden var olacak. Belki bir başkasına dönüşecek, yeni bir yaprağın hikâyesinde yerini almak için sessizce bekleyecek.
Gelecek sefer de gölgesinde dolanmak üzere Ceviz Ağacı’yla vedalaşmak üzere gidiyorum. Silüeti arıyor gözlerim. Ufukta hafif bir sis yükseliyor, rüzgârla taşınan kokular içime doluyor. Bir an her yaprak sanki altın tozuna dönüşmüş gibi parlıyor, sonra rüzgâr hızlanıyor; kül rengi, bir örtü gibi toprağa yayılıyor. Silüet kaybolmuş, dumanlar her yeri sarmadan yürüdüğümüz ormandan çıkmaya çalışıyorum. Koşuyorum, kaçıyorum, yoruluyorum, korkuyorum; oradan çıkmayı başarıyorum. Soluk soluğa geldiğim yöne bakıyorum…
Ceviz Ağacımı düşünüyorum; bu kadar güçlü gövdesinin bile tek bir kıvılcıma yenik düşebileceğini bilmek, içimde ağır bir taş gibi oturuyor. Yapraklarının son dansı, yalnızca bir döngünün değil, kırılgan bir mucizenin de parçasıymış. Her hışırtı, belki de kalan son uyarıydı.
Az önce iliklerime kadar soluduğum havadan korunmak için nefesimi tutarak uzaklaşmaya çalışıyorum. Rüzgâr hızını giderek arttırıyor. Alevlerin henüz ulaşamadığı bir Meşe çıkıyor karşıma. Meydan okurcasına sallıyor tüm yapraklarını, isyanı karışıyor dumanlara:
…
Latif ve narin ne vardıysa içimde,
Hoyratça kırdı geçirdi dünya,
Memnunum, barışığım yine de,
Sabırla yeni yapraklar veririm
Yüzlerce kez kırılmış dallarımdan
…
Vedalaşamadığım, gölgesini yitirdiğim, çıplak kökleri feryat eder gibi güneşe bakan tüm ağaç cesetlerine çaresizce bakıyorum. Bu ağaçlar için bekleyen yeni bir hikâye olacak mıydı?
Kaynak:
*Ağaçlar, Herman Hesse, Kolektif Kitap

Elif Özge Karakaya, Marmara Üniversitesi Alman Dili Edebiyatı Bölümü’nü yarıda bırakıp Ekonometri Bölümü’ne başladı ve oradan mezun oldu. Ancak bir süre sonra kendini IT sektöründe çalışırken buldu. Tüm bu yolculuğunda kitaplar ayrılmaz eşlikçisi oldu. Yaratıcı yazarlık, mitoloji ve psikoloji dersleri alarak kendini geliştirmeye, kitaplarla yeni yolculuklara çıkmaya devam ediyor. Bu süreçte iki kolektif kitapta öyküleri yer aldı ve şimdi ‘Virgülle rafa kaldırdığı defteri’ yazmaya devam ediyor; bu kez, daha belirgin bir mürekkep kullanarak.


