Anora Oscar’da topladığı ödüllerle sadece yönetmeni ve oyuncuları için değil bağımsız sinema açısından da büyük bir zafer elde etti. Amerikan bağımsız sinemasının önemli isimlerinden Sean Baker imzasını taşıyan Anora; film, yönetmen, kadın oyuncu, özgün senaryo ve kurgu ödüllerini alarak 97. Akademi Ödülleri’ne damgasını vurdu. Bizim gibi pek çok kişiyi de şaşırtarak…
NİLGÜN KARATAŞ

Anora’yı izlediğimde açıkçası Oscar kazanabileceğine pek ihtimal vermemiştim. Adayların hepsini henüz izlemediğim için kimin kazanacağı konusunda bir iddiam yoktu, ancak Anora’dan daha iyi filmler olduğunu düşünüyordum. Gerçi yönetmeni ilgimi çekmiş, filmografisi hakkında bilgi toplamış ve ne yapmak istediğini anlamıştım -ki derdini çok net anlatıyor. Yine de bir savrukluk hissetmiş, Oscar’ı başkalarına kaptıracağı kanısına varmıştım. Anora, 77. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazanan film olmasına rağmen Oscar’ı alabileceğine ihtimal vermemiştim.
Yanıldım. Anora 97. Akademi Ödülleri’nde büyük bir başarı elde edip, Oscar gecesine damgasını vurunca düşüncelerimi değiştirmemekte birlikte kafamda “yeni nesil filmler” diye ayrı kategori açmam ve bu filmleri kendi özgünlükleri içerisinde değerlendirmem gerektiğini kanaat getirdim. Öyle ya dünya değişiyor… Haliyle sinema dünyası da yeniden şekilleniyor.
Düşünün Sean Baker iPhone ile film çekmiş bir adam. Hem 2015 yapımı bu filmi Tangerine ile hem de 2017’de yayımlanan The Florida Project ile övgüler toplamış, yaşamın gölgeli taraflarında kalan hayatlarla ilgilendiğini göstermişti.
Bu nedenle tüm önyargılarımı bir tarafa bırakıp, filmi bir kez daha izlemeye karar verdim, ama bu kez “yeni nesil filmler” kategorisine koyarak. Bizim beğeni anlayışımız eskimiş demekten iyidir.
Bundan önce Oscar’da “En İyi Film” ödülü’nü kapan Anora’nın aldığı diğer ödülleri hatırlayalım:
• En İyi Yönetmen: Sean Baker
• En İyi Kadın Oyuncu: Mikey Madison
• En İyi Özgün Senaryo: Anora
• En İyi Kurgu: Anora
Bu başarı, bağımsız sinema için önemli bir zafer. Bir çok eleştirmen de böyle yorumluyor. Ancak bazı iddialı yapımlar konusunda yaşanan tartışmalar yüzünden jürinin risk almak istemediği için Anora’yı tercih ettiği yorumlarını yapanlar da var! O kadar da değildir, mesele tamamen yeni nesil sinemayla ilgilidir, diyerek bu konuyu uzatmıyorum.
Gelelim filmimizin konusuna: Film, New York’un gece hayatında çalışan ve sahnede “Ani” olarak tanınan Anora’nın hikayesini anlatıyor. Ani Rusça bildiğine göre Doğu Bloku ülkelerinden olmalı. Bir yerde Özbek asıllı bir Amerikalı diye okuduğumu hatırlıyorum.
Bizim Ani bir gün kulüpte çalışırken, bir Rus oligarkın şımarık ve henüz ergenlikten yeni çıkmış oğlu Ivan’la (Vanya) tanışıyor. Gerçi kızımız ondan sadece iki yaş büyük ama hayat onu erken olgunlaştırmış.
Ailesinin sağladığı konfor ve lüks içinde yaşayan, gününü gün eden bir genç olarak resmedilen İvan, Anora’dan hoşlanınca ikili biraz “iş” biraz “eğlence” tadında ‘takılmaya’ başlıyorlar. Ani için bu ilişki başlangıçta bir umut kapısı olarak görünüyor. Kısacık süren çılgın ve tutkulu bir “sevgililik” döneminin ardından, ikili Las Vegas’ta ani bir evlilik kararı alarak ilişkilerini farklı bir noktaya taşıyor. Ancak İvan’ın ailesi gelinlerini bağırlarına basıp, oğlumuz sevdiyse bize susmak düşer demiyor, bu evliliği bozmak için ellerinden geleni yapıyor.
Konu olarak bizim hiç yabancısı olmadığımız bir mesele; fakir kız-zengin oğlan ya da tam tersi. Ancak Anora’nın hakkını vermek lazım; yönetmenin ve oyuncuların cesur ve cüretkar sahneleri, konunun ele alınışı filmi klişelerden uzaklaştırıyor.
Ama biraz. Film başlangıç noktasından giderek uzaklaşarak önce bir suç filmine evriliyor gibi oluyor, ardından komediye. Duygusal bir tonda da bitiyor.
Özetle Ani’nin hayatı, İvan’ın zengin ama boş dünyasıyla kesiştiğinde, izleyici olarak “hayaller ve hayatlar” üzerine düşünmeye başlıyoruz.
Filmin asıl derdi de bu zaten. Anora ne anlatıyor? Bu soruya, yönetmenin önceki filmlerini de referans alarak “ toplumsal hiyerarşinin nasıl işlediğini izleyicisine hatırlatmak” diyebiliriz. Bu nedenle Anora’ya kişisel bir aşk hikayesi demek haksızlık olur. Film sınıf çatışması, toplumsal cinsiyet rolleri ve Amerikan rüyasının çürüyen yüzünü izleyicisine gayet net gösteriyor. Zaten yönetmen de gerçekçi anlatımı ve sokak hayatını yansıtan sinematografisi ile dikkat çeken biri. Bir de sıkı bir sinefilmiş!
Filmden aklımda kalanlar böyle. Bir süre sonra filmi elimde kâğıt kalemle izleyip, yönetmenin püf noktalarını yakalamaya çalışırım. Eminim ilk izleyişte fark edemediğim pek çok ayrıntı ve gönderme vardır..
Oscar gözümüzü açsın bari… Kimbilir ikinci izleyişte neler keşfedeceğiz?
Son söz: Filmlerin henüz hepsini izlemediğim için Anora değil de şu film kazanmalıydı diyemeyeceğim, Ancak En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü Demi Moore (The Substance – Cevher) ya da Karla Sofia Garson’un (Emilia Perez) alması gerektiği konusunda sabit fikirliyim. Demi Moore 45 yıllık oyunculuk kariyerini zirveye taşımışken, ilk kez bir trans kadının Oscar almasıyla Karla Sofia Garson tarihe geçebilecekken Mikey Madison’un bu ödülü alması sadece bana mı tuhaf geliyor?..

H. Nilgün Karataş
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden “gazetecilik yapmayacağım” diyerek mezun oldum ve yıllarca Milliyet, Dünya, Günaydın, Akşam, BusinessWeek Dergisi, Para Dergisi ve Hürriyet Gazetesi’nde “çok severek” çalıştım. Uzmanlık alanım ekonomi gazeteciliği olmasına karşın kitaplar ve filmler beni her zaman büyüledi, hayatı onlar üzerinden çözümlemeyi sevdim. Hep yazdım, çok yazdım; ilk yayımlanan romanım Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar oldu, Halen Suare Dergi, Bianet, Distopya ve Yeni Sinema Dergisi için yazarken öykü, roman ve senaryo çalışmalarımı da sürdürüyorum. Bu arada ikinci üniversite olarak İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe Bölümü öğrencisiyim.


