Sevin Bayrı
Yoğun ve kaos dolu bir günün ardından Bahar, o sabah uyandığında hala rüyadaymış gibi hissetti. Perdelerin arasından sızan ilk gün ışıltısı, odasına yeni günün erken gelen bir selamı gibi düştü. Bir anlığına, zamansız bir rüyanın içinde olma haliyle gerçek bir sabahın varlığı arasında gidip geldi, emin olamadı. Genelde böyle rüyalar görmezdi. Dün çok yorulmuş olduğunu hatırladı, mesaisi bol bir haftaydı. Düşündü bir anlığına, son bir ayı böyle geçmişti. Hatta uzun zamandır böyle bir koşturmaca ve panik halinde günler geçirdiğini anımsadı. Rüyasını düşündü, yataktan kalkmak değil, kendini rüyanın kollarına bırakmak istedi. Ardından şehrin kendine has kaotik kokusu ile yavaş yavaş gerçekliğe uyandı, ikinci kez.
Hızlı ve koşturmacalı gün başlamıştı artık. Aceleyle hazırlanmalar; trafiğe kalmamak için erkenden telaşlılı bir evden çıkış. Gün sonunda biten işler, sarkan işler; bir Z raporu alınır ve panikle trafik nehrine dalmaca. Yorgun argın gelinen ev, amaç sadece karın doyurmak olan yemek telaşı.
Sahi gün ne renkti, hangi kuşun ötüşüydü ruha dokunan? Yaşama dair bir şeyler mi kaçırdık?
Yaşamın bir kaç kez hızlandırılmış sürümünde, sadece metropol insanı yaşamıyor artık. Büyük şehirler ve gelişmekte olan diğer şehirlerin hepsinin hızı, artırılmış bir gerçeklikte ilerlemekte. Bizi hızlandıran şey belki en temelinde doğa ile olan bağımızın kopmuş oluşu. Kent yaşamında bir kaç parka bahçeye seviniyoruz ama doğa bunlara sıkıştırılacak kadar dar bir kavram mı?
İnsanoğlunun en büyük devrimlerinden olan sanayi devrimi sonrası üretimdeki kapasite artışı ile beraber bizim de yaşam hızımızda artış başladı ve bu hızlanma her geçen gün daha da artmakta. Dünyanın dönüş hızındaki yavaşlamaya karşı, antroposen çağın yaşam hızındaki artış başımızı döndürmüyor mu?
Doğayı merkezinden çıkartan insan, merkezkaç kuvveti ile dışarı doğru ivmeleniyor ve her geçen gün de ivme katsayımız artıyor gibi. Çılgınca, dönme dolap beygiri yaşamına doğru savruluyoruz, acı ama gerçek. Bir avuç saman için her şey. Bu yeni jeolojik çağa ‘Antroposen’ denilmesi artık insanoğlunun doğaya yaptıklarında geri dönülecek kavşağı çoktan kaçırmış olduğu anlamına geliyor. Kendini tanrının oğlu sanan bir ırkın, doğaya ait her şeyin kendisi için yaratılmış olma savına sıkı sıkıya tutunması kaçılmaz olana doğru sürüklemekte insanoğlunu. Her geçen gün yeni tanrılar yaratıyor sistem bize.
Tanrım! peşinden tapınırcasına koşacak ne kadar çok yeni tanrımız var.
Her şey olağan gibi gözüküyor, gökyüzü görmeden çalıştığımız plazalar; daha lezzetli, renkli, sulu meyveler; alınacak yeni kıyafetler, yeni teknolojik ürünler; yeni binalar, daha geniş caddeler; kıtaları birbirine bağlayan köprüler, deniz çiftliklerimiz… Gerçekten de hepsine ihtiyacımız var mı?
Düşünme! İtaat et, tüket ve öl!
Bahar, trafikte giderken gördüğü düşün onda bıraktığı etkiden henüz kurtulamamıştı. Ormanda çıplak ayak yürüyordu, gözleri kapalı, tüm duyuları açıktı. Yanından geçtiği her ağaçla dokunarak konuşuyordu. Elleriyle dokunduğu her ağaç gövdesi parmak izi gibi bedeniyle uyumluydu. Bir seiba ağacına dokununca durdu. Selamlar gibi reverans yaptıktan sonra ağacın koca kovuğundan içeri huzurla girdi. Ağacın köklerinde yol alırken, kendini sırt üstü bir nehirde akış yönünde ilerlerken buldu. Suyun huzurlu kollarında salınırken gökyüzünde ay ona göz kırpıyordu. İçinde aktığı nehirle, yanı sıra ilerleyen ormanla ve gökyüzündeki bütün yıldızlarla bir olduğunu biliyordu. Nefes almanın ahesteliğindeki huzurda süzülüyordu.
Holosen çağın bittiğinin, artık doğada insan etkisinin; sanayi devrimi ile beraber baskın tür olarak hüküm sürdüğünün açıklandığı bu yeni çağda, bizler neler yapacağımızı bilmiyoruz. Kendi evrimsel gelişimimize ters olan, bu yeni çağ yaşamında doğadan bu kadar kopuk yaşamak evrim sürecimizde bizi nasıl etkileyecek; buna dair bir öngörümüz bile yok.
İkibinli yıllar itibariyle tüm dünyada antidepresan kullanımı çılgınlık seviyesinde artış gösteriyor. OECD 2020 verilerine göre Türkiye’de antidepresan kullanımı 2008-2020 yılları arasında yüzde 76 artmış. Hızlı ilerleyen yeni çağa uyumlanmak için bir araç mı bu antidepresanlar? Bu artan ilaç kullanımı, ruhsal huzursuzluk hissi toplu bir histeri halinde her geçen gün yayılmakta.
Toprakla fiziki bağımızın kopması, eskilerin deyimi ile elektriğimizi atamamamız: bizim dengemizin devrelerinin yanmasına sebep veriyor olabilir. Hayatı bu kadar kovalamacalı, hızlı ve telaş içinde yaşarken kendi adımlarımız ile yürümediğimizi; bir gün adımlarımız birbirine dolanınca anlamamalıyız.
Uygun Adım, Marş!
Yürüdüğümüz bu yolda kendi adımlarımıza sahip çıkmalıyız. Dünyaya bu kadar fazla etki edip ona müdehale edebiliyorken kendi hızımıza sahip çıkamamamız belki de insanoğlunun laneti. Kendi ritmimizi kaybettik, bize verilen ritimle yürüyoruz. Bedenin ruhuyla el ele verip depresyona girmesi, belki de kendi ritmini bulma çığlığıdır.
Bu yeni çağın insanları olarak kayboluyoruz. Şehrin kalabalığında, işin yoğunluğunda, sosyal medya ekranlarında, gelecek kaygılarında. Birbirimize en çok da kendimize zamanımız kalmıyor.
Kendi adımlarımızı bulmalıyız, kendi ritmimizde ilerlemek için. Doğada her tohum çatlamak için kendi zamanını bekler, bir güneşe, bir yağmura çatlamaz hemen. Bir çiçek: ilk gün ışığında açıvermez, hiçbir yılan balığı işi acele olduğu için Meksika Körfezi’nden Bafa Gölüne kadar yüzmekten vazgeçmez. Bazen taşkın sular gibi sınırları aşmalı, bazen de yavaşlamalıyız.
Bak bahar kapıda! Kendi adımları ile yürüyenlere selam olsun.

Sevin Bayrı, İşletme Fakültesi’nden mezun olup, üzerine sosyoloji okusa ve özel sektörde çalışan bir beyaz yakalı olsa da aslında hep sanata dolaşık yaşadı. İlk önce kitaplara aşık oldu, sonra tiyatroya. Resim ve fotoğraf sanatına sevdalı bir gezgin oldu. Dormen Akademi sahnesinde sahne tozuna bulandı. Yazmak ve okumak; ilk aşkını hiç terk etmedi. Bir seyahat blogunda metin editörlüğü yaptı, iki kollektif kitapta öyküleri yayımlandı. Halen yazıyor. Deliliğin sınırsız evreninin doğal sınırlarını ararken kelimelerden yol arayarak.