Funda Torunlar
Dedesine torunu sordu bir gün,
“Dede bu kadar uzun yaşadın. Hayattan ne anladığını bir iki cümleyle anlat deseler ne derdin?”
Şaşkın ama gururu okşanmış bir şekilde sevgiyle baktı torununa:
“Azraya aldanma.”
“Azra ne ki dede? Neler de biliyorsun öyle!“
“Azra, kıyıda dalga geri çekildiğinde kumların üstünün aldığı pürüzsüz haldir . Ne kadar düz ve pürüzsüz görünürse görünsün üstü çiğnenmiştir o kumun. Bir sonraki dalgaya kadar herşey olabilir; biri üstünde yürüyebilir, üstüne birşeyler çizebilir…Hayat o iki dalga arası kadar kısadır ve ancak o kadar pürüzsüz… Bunu bilerek yaşamak lazım.”
…
“Hayat akışkandır; sense ona tutunursun.”
Ellerinde tutmaya çalıştığın her an, suyun parmaklarının arasından kayıp gidişi gibi, sana kendini hatırlatır. Oysa hayat, sana ait değildir; sen, hayat ve içindekilere rağmen, hayat ve içindekilerle akmayı öğrenmelisin.
Hayatın doğası ile insanın tutunma çabası arasındaki gerilim, sevmek ve direnmek arasındaki tutkulu bağın varlığını anlamamıza ışık tutar.
Sevgi denince çoğumuzun aklına mutluluk, sıcaklık gelir. Oysa sevgi, asıl kıymetini işler yolunda gitmediğinde gösterir.
Sevgi sadece güzel olan değil, en ağır zamanların da yükünü omuzlamak demektir. Gerçek sevgi, direnmektir. Direnmek, sadece hayatın zorluklarına kafa tutmak değildir. Bazen en ağır olanı, çaresizliği kabullenip yine de kalbini karartmamaktır.
Sevgi ve direnmek üzerine büyük laflar etmek kolaydır.
Ama gerçek hayat, bu kavramların ete kemiğe bürünmüş, zuhura çıkmış halidir.
Ve bu dünyada, bu büyük sözleri sessizce yaşayan insanların olduğunu biliyoruz. Aşağıdaki satırlarda olduğu gibi…
Geriye kalan kocaman bir hayattı alzheimer hastası kadından ve oksijen tüpü olmadan nefes alamayan adamdan. Söyleyince sıradan oluyordu hastalık da yaşlılık da . Biri seksen beş yaşında diğeri doksan. “Allah iki hayırdan birini yapsın! “ dedirten cinsten.
“ Hayırlısıyla yanına al ya da iyi et “ riyakarlığı. Yükü omuzlardan atmaktı istenen şey. Doğrudur, insan insana ağır gelir.
Peki kim diyecekti? “Emine, bak bunları sana aldım. Afiyetle ye. Yarın yine getireceğim.”
Kadın on beş sene önce üst üste beyin kanaması geçirip günlerce ölümle cebelleşmişti. İyileşmeye başlayıp eve döndüğünde adam ona her gün en sevdiği şey olan kızarmış piliçlerden getirdi bir ay boyunca. Evdekiler “Biz yapalım, sen zahmet etme baba” dediler. O kabul etmedi. Kendi gidip kendi gözleriyle seçecekti Emine’sine o en güzel piliçleri. Onun için mesele kolaylık değil, sevgiyi emekle, özenle yaşatmaktı.
“Hadi Emine ye. Yarın tekrar getireceğim.”
Gücünün yettiği, nefes alabildiği o günlerde her dışarı çıkıp geldiğinde önüne koyardı çorapları, terlikleri, yelekleri Emine’sinin. Sanki o sımsıcak yüreği terlik , çorap olur, yelek olur ısıtırdı Emine’sini. Hepsi birer direnişti aslında. Zamanın, hastalığın, unutuşun önüne çekilmiş incecik ama inatçı bir sevgi duvarıydı.
…
Bazen sevgi, hayatı değiştirmek değildir.
Bazen sevgi, hayatı olduğu gibi kabul etmek ama ona rağmen kalbini korumaktır.
Direnmek de budur işte:
Zamana, hastalığa, kayba rağmen sevmeye devam etmek.
Sevgi, bir yabancıya dönüşen gözlerde hâlâ tanıdık bir umut aramaktır.
Sevgi, kayıplara rağmen, kırıklarla birlikte yürüyebilmektir.
Ve direnmek, hiçbir zaman vazgeçmemektir sevgiden, hayattan, insan olmaktan.
Kim bilir kaç kere aklından geçirmişti ‘Ben Eminesiz ne yaparım?’
Hastalık da sağlık da insanlar içindi. İnsan olmanın her halini görecek kadar yaşamış biri elbette bilirdi bunu.
Ancak karısının kendisine baktığında o görmek istemediği yabancı gözleri nasıl kabullenebilirdi. Ah! Hala öğrenilecek ne kadar çok şey vardı…
Kadın kızına dönüp de, şöyle dediğinde:
– Bugün bir yabancı adam yatıyordu yanımda, sesimi de çıkaramadım ama sabaha kadar da uyumadım, derken onu dinlediğinde aldığı nefes artık ciğerlerine gitmiyordu.
Bunları söyleyebildiği halleri de arıyordu artık. O bile yoktu.
El ele yürek yüreğe verdiği kadın artık yoktu. Var ama yok . Varla yok.
Sadece kendisine bakan ama tanımayan bir çift göz vardı .
Her geçen gün hatırladıklarını da geleceğiyle beraber geçmişe götürüyordu kadın. Onun için gelecek yoktu, artık geriye doğru giden gelecekten başka bir şey, yoktu…
…
Adam ve kadın, bir ömür boyu birbirlerine yalnızca iyi günlerde değil, hayatın en ağır sınavlarında da tutundular.
Bu insanlar 40’lı yaşlarındayken, on üç yaşındaki evlatları çok yakın bir akrabalarının çocuğu tarafından kazara tüfekle vurulmuştu. Böyle bir derin acıyı paylaşmış olmak da tabii ki sevgiyi çok farklı etkilemiştir.
Ancak o aileye düşman olmamışlar ve yıllarca o insanlarla olan ilişkilerini makul çerçevede sürdürmüşlerdi. Çünkü adam farklı davranmalarının hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini biliyordu. Oğlunu öldüren çocuğun babası da yıllar sonra yanında göz yaşları içinde ölmüştü.
Bir kış günüydü. Gökyüzü gri, toprak suskundu.
İçeri girdiğinde, odanın kokusu eski bir acının izlerini taşıyordu. Yatakta yatan adamın elleri titriyordu.
sessizce yanına oturdu.
Hiçbir şey söylemedi.
Karşısında can verirken, gözyaşlarıyla titreyen eski dostuna baktı. Elini tuttu.
Sanki yıllarca bastırılan suç, pişmanlık ve keder, o tek temasla su yüzüne çıktı.
Adam son nefesini verirken, dedenin dudaklarından sadece şu döküldü:
“Allah affetsin… biz affettik.”Ve o gün, sadece bir adam ölmemişti.
O gün, öfkenin taşıdığı tüm yük de toprağa verilmişti.
Telafisi olmayan çok büyük bir acıdan ve de çok derin bir insanlıktan bahsediyoruz..
Bir insanın genç yaştaki evladını kaybetmesi zaten tarif edilemez bir yara. Üstüne bunu bir tanıdık eliyle yaşamak, üstelik akrabalık bağı olan biriyle, acının yanında affedilmesi neredeyse imkânsız bir ihanet hissi de getirir.
Ama adamcağız…
O, hayatının en büyük acısına rağmen kinlenmeyerek, “bu olanlar nefreti büyütmesin” diye seçmişti yolunu. Bu bambaşka bir farkındalıktı.
Bu, insanın sevginin en yüce formuna erdiği yerdi aslında. Acıyı bile dönüştürüp, öfkeye değil, anlayışa çevirmekti.
Orada hem acı hem affediş hem de insan ruhunun tüm çıplaklığı vardı.
Bu yaşanmış hikâyede direnmek, hayatın acısına boyun eğmeden ayakta kalmak. Sevgi ise, acıya rağmen insan kalmayı seçmek.
Yani onlar, evlatlarını kaybettiklerinde hayata küsebilirlerdi, insanlara kin duyabilirlerdi. Ama yapmadılar. Sevdiler. Affettiler. Devam ettiler.
Bu da gösteriyor ki, gerçek direnç, sadece hayatta kalmak değil, kalbini korumaktı.
Dedesine torunu sordu bir gün:
“Dede bu kadar uzun yaşadın. Hayattan ne anladığını bir iki cümleyle anlat deseler ne derdin?”

Funda Torunlar Trabzon’da doğdu. Yükseliş Koleji’ni ve Hacettepe Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği bölümünü bitirdi. Çeşitli özel okullarda İngilizce öğretmeni olarak çalıştı. Çocukluğunda başlayan ‘kavramlara’ olan ilgisi, çocuk oyunları, hikayeler, denemeler, roman denemeleri, tiyatro metni yazarlığı çalışmalarına zemin hazırladı. 2018 yılında, Joyland İngilizce ders kitabı serisinin ortak yazarı oldu. Ayrıca D.H Lawrence’nin “Lady Chatterley’in Aşığı” adlı eserini Türkçeye çevirdi. Emeklerine müteşekkir olduğu iki güzel insanın evladı, Zeynep ve Cemre’nin de annesi olan Torunlar, halen İngilizce öğretmenliği yapıyor ve yazmayı sürdürüyor.