Dilek Tanık
Orada köşede duruyorlardı. Çocukluğumun dikenli telleri. Ben yaklaştıkça, onların sıcağına sığınmak istedikçe yararlardı; dikenleri görünen, görünmeyen yerlerimi. Hastaymış, babam olacak o adam. Helallik istermiş benden. Af dilermiş ikisi de. Ben bilirim o af dilemeleri; hep peşinden bir şey gelir. Almıyor muyum açlıktan kokan nefeslerini? Fırsatçılar! Çocukken zayıflığımdan faydalanıp hayata dair her türlü negatifliklerini üstüme kustular. Şimdi de boktan giden hayatlarının faturasını bana ödetmek gibi bir arzu okuyorum gözlerinden.
Bu hayattan öğrendiğim bir şey varsa, o da ruhun karanlık tarafa geçmişse eğer dünya ne yaparsan yap senin için karanlık bir diyar. Böyle insanların hayatının güzel olma şansı var mıdır? O kadar kötülükten beslenince insanca yaşamak mümkün müdür? Körler sanki, simsiyah bir duvak var yüzlerinde ve onu açıp renkleri gösterecek sevgi dolu bir damat yok etraflarında. Bunlar gibilerin çevrelerindeki insanlar da kendilerine benziyor. Muhitleri, evleri, sokakları, hatta oturdukları mahalledeki hava durumu bile kendilerini bire bir yansıtıyor. Güneş düşmez böylelerin caddelerine. Karafatma gibi, yeraltına yakın yaşamaya mahkûmlardır. Amaç yaşamak değil çünkü, doğduğu günün kan davasını gütmek.
Aralıksız her gün bekliyorlar beni. Tek amaçları beni yıldırmak. Belki utanırım da kucak açarım ikisine.
”Zeynep, hele bir dur kızım!” Nefret ediyorum bu sesten.
“Zeynep!”
”Zeynep değil, Leyla benim ismim. Burada durmanızdan çok sıkıldım. Bekleyişiniz boşuna. Ne bu dünyada ne öteki dünyada… Değil hakkımı helal etmek size, ateşinizi yakan çakmak, kibrit ne varsa o olmak isterim. Artık yok o çaresiz kız karşınızda. Eğer yarın da sizi burada görürsem polis çağıracağım. Üstümde buldukları o izlerin kaydı duruyordur hâlâ bir dosyada. O zaman beni geri verirler diye isminizi vermek istemedim ama şimdi hiç çekinmem. Şu an vermeme sebebim de belki hapiste size kaza eseri iyi bakarlar diye. Böyle sürünmeniz beni dünyanın bir adaleti olduğuna inandırıyor. Çok acı çekin lütfen. Canınız çok yansın. Bu dünyada da cayır cayır yanın.”
Eski benliği peydah olmuştu bir anda suratında. O tanıdığım adi herif çıkmıştı gün yüzüne.
“Seni küç…”
”Orada bir durun bakalım! Defolun gidin buradan, beni daha fazla zorlamayın.”
Neden sizli bizli konuşuyordum ki? Aşağılık herif yüzünden. Bu konuşma tarzını herkesle arama bir mesafe koymak için alışkanlık haline getirmiştim. Beni hem doğduğum yerden farklı birisi yapıyordu hem de insanlarla arama bir mesafe koyuyordu. Bir sınır çizgisi gibi… Ama bu… Nasıl adlandırabilirim? Gerçekten bilemiyorum. Beni eski fabrika ayarlarıma geri getirmek için çok çaba harcıyordu.
”Artık o çeneni de kapat. O sesine tahammülüm yok, o yüzden defolun gidin buradan. Benden size fayda yok. Ağzımı mı bozayım!”
İçimdeki öfkeye engel olamıyordum. Onlara benzeyen bir yanım olmasından ölürcesine korkmama rağmen.
Sanki tebeşirle kara tahtanın üstünde sürterek çıkarılan o sese verilen tepki gibi bir his yaratıyordu baba dediğim o bok çuvalının sesi. Arkamı dönüp gitmeye yeltendim. Elimi tutmaya çalıştı. Yüzümdeki ifadem bir şeyler anlatmış olmalı ki geri çekildi korkarak. Ve ben hareket ettim. Durmuyorum, durmayacağım. Zaten anneme gösterdiğim o kısa anlık zaaflık getirdi onları peşimden. Sadece görsünler istedim, nasıl o çukurdan çıktığımı. Utansınlar istedim biraz olsun. Ama unutmuşum, insan olanlar böyle duyguları taşır içlerinde; olmayanlar bunlar gibi işte…
Nasıl da her gece bu ses irkilmeme sebep olurdu. Oysaki ne kadar zavallıymış karşımdaki. Ama o zamanlar sadece dayakla biten günlerim bir zaferdi. Çünkü dayakla gelen acı zamanla geçerdi. Asıl sessizlikte olanlar, bedenimin, aklımın, ruhumun ayrılmasına sebebiyet verirdi. Zamanla yolculuğun bir yerlerinde bu üçü hemfikir olmaktan vazgeçmişti zaten. Olayları yorumlamaktansa kabul etmeyi yeğlemişlerdi. Susmuştu, susturmuştu içimdeki, dışımdaki sesleri; tüm yapılanlar.
Çocukluğumu yeterince ele geçirmediler sanki. Şimdi de eşek gibi sırtıma binip kendilerini baktıracaklar akılları sıra. Onları böyle görenler de beni yargılıyor: “Ne yapmış bu insancıklar?”
Ben anlatamam, anlatıp bir daha yaşayamam o günleri. Sadece yazmak ruhumun akıl sağlığının anahtarı. Yine kurduğum bu düzeni parçalayacaklar diye korkmam çok garip değil mi? Odamdaki kalem kâğıda birkaç satır dökmeden çalışmaya başlayamam. Bir şekilde kelimeler yatıştırıyordu beni.
Sen sarılınca tüm acılarım geçecek mi sandın?
Affedeceğim seni, öyle mi?
Helallik demek ki?
Nasıl yani? Bir de utanmadan!
Açtığın yaraları kapatabildi mi zaman?
Öyle yaralı, bereli görünen bir şey değildi de üstelik…
Görünmeyen yerler daha bir çizik çizik.
Kanatırken iyi idik,
Eğleniyor gibiydik,
Kusunca hayatın tüm öfkesini üstüme,
Nasıl da rahat rahat mışıl mışıl uykuya geçerdik!
Oysaki korku içinde yan odadan gelen horultuyla irkilirken ben,
“Sensiz bir güne uyanmak nasıl olurdu acaba?” diye
Düşünürdüm, üzüntüyle cebelleşirken.
Sonra yine sana sığınırdım,
Derdim ki: “İçine doğdum, bildiğim yer cehennemse,
Kim bilir ya bilmediğim koca dünya nasıl da öcüleriyle nöbet bekliyordur, düşmem için ağına.”
Tanımlamaya bile yetmezdi kötülükleri kelimelerim; en nihayetinde çocuktu daha tüm zihniyetim.
Masumiyetin hamuruydu yüreğim.
Yoğurdun, yoğurdun,
Yorgun ettin.
Yoğurdun, yoğurdun, hasta ettin.
Yine de derdim, ekrandan dünyayı gördüğüm o uzunca, korku içinde geçen zamanlarda:
Ağlayan, bağıran hep canı yanan çocuklar ve
Kan vardı, onları koruması gereken herkesin ellerinde… Kan…
Demek ki yer yoktu yeryüzünde senin benim gibi çocuklara.
Büyümek gerekliydi hem de öyle bir anda.
Sevmiyordu dünya masumiyeti.
Kirletmekti en büyük meziyeti.
Kirletmekti korunmayanı, zaten her yanı yara bere içinde lime lime ortalıkta sahipsiz dolananı.
“Kurtlukta düşeni yemek kanundur,” demişti Kemal Tahir.
Kim derdi ki korunmayan çocukların kaderi düşmekti…
Aklımdan çıkmıyor insanların bana bakışı. Sanki her şey benim suçummuş gibi. “Hayırsız evlat” damgası tokat gibi. Bir onlar eksikti zaten. Kimse bilmiyor ki ben o tokatları her gün yedim öyle lafın gelişine de değil üstelik fiilen.
Bazen “Bu bir kâbustu,” diyorum ve “sen uyandın.” Sonra orada köşede görüyorum ikisini, aç köpekler gibi. Kan beynime sıçrıyor. Diyorum ki: “Çek, vur şu ikisini.” Sonra da diyorum ki kendi kendime: “Bu sefilliklerini izlemek de güzel.” Sonra silmek istiyorum aklımdaki tüm bu kötü düşünceleri. Ya birlikte düşersek cehennem denen o çukura? Cennet olmasa olur ama cehennem olsun Allah’ım, ne olursun olsun! Çünkü eğer bir cehennem yoksa bu ikisine ne olacak? Böyle mi bitecek hikâyeleri? Cayır cayır yanmalılar! Cehennemin ateşi bu ikisi için harlanmıyorsa kimin için harlanıyor bilmek isterim.
Her gün tüm olanları tekrar yaşıyorum bu ikisi yüzünden. Cezamın sonu yok gibi sanki kurbanlık bir koyun gibi dağladılar ruhuma adlarını. İki manyak sevişip bebek sahibi oldukları için çekilen onca işkence… Kendi çığlıklarım kulaklarımda, yalvarmalarım, sonra sessiz çektirilen işkenceler… “Yapma lütfen…”
Ama kafam düşüncelerden, anılardan, tekrardan hatırlananlardan şelale. İçtiğim onca ilaç etki etmiyor. Duygu durumum titrek, korkak. Ya hepsi bir rüya ise ve ben tekrar o evde uyanırsam? Bir kere gücüm yetti o evden çıkmaya. Tek şansım vardı ve ben o şansı kullandım. Kaçtım, hiç kimseye ismimi söylemedim. Yolda buldular beni yara bere içinde, her yanımda yaşadıklarımın harita misali izleri. Ne dediyseler ikna edemediler, vermedim isimlerini. Ya beni geri alırlarsa diye korktum. Gözümde o kadar büyütmüştüm ki onları, herkes ben gibi korkar sanmıştım onlardan. Çocuk Esirgeme Kurumu’na yerleştirdiler beni, adımı Leyla koydular. Zeynep öldü, Leyla doğdu.
Beni aradılar mı bilmiyorum, sanırım aramaya korkmuşlardır. Tek bir hatam oldu bunca yıl içinde: Geriye dönmek. Aklıma takıldılar. Aslında görmek istediğim manzara buydu: Sefillikleri. İlahi adaletin tecellisi. Anne denilen o karafatma tanıdı beni. “Zeynep” diye seslendi ve ben ona baktım, ona doğru yürüdüm, emrini yerine getirmek için amade bir köle gibi. “Yaşıyor musun sen? Çok iyi görünüyorsun kızım. Çok aradık seni ama nafile.” Hipnozdan kurtulana kadar her şeyimi öğrenmişlerdir zaten. Bundan sonrası her gün taciz ama başka türlüsü bu sefer.
Artık orada değilsin. Unutma bunu. Silme aklından. Korkmana gerek yok. Sadece soluklan, nefes al, nefes ver. Ele geçirmesine izin verme seni. Sana ulaşmak imkânsız. Zaman farklı, mekân farklı. Sana dokunmaları imkânsız. Artık o zayıf yaratık yok ki karşılarında. Tek var olan, ruhundaki parmak izleri. Faili meçhul bir cinayetin eseri gibi. Unutma, zihnin oynuyor, sanki oradaymışsın gibi bu oyunları. Affedip Allah’a havale etmeyi düşünsen, belki kurtulursun. Ne dersin? Unutmak mümkün mü ki? Kendine gel…
Boğuluyorum, nef… nefessss almak imkânsız… Hep bir kuytuda bekliyorlar beni. Karabasanlar. Öyle en kötü anımda çökseler üstüme, hazırlıklı olurdum en azından. Çok gördüm öyle gündüzleri, geceleri; hazırlıklıydım o zamanlarda olacak olanlara ama ne yazık ki şu anda en güzel anımda diz dize oturmak istiyorlar benimle. İstiyorlar ki tasasız bir günümde, mutluluğa en yakın olduğum dilimde, soframda, uykumda bana katılsınlar. Sanki mutluluğumun hapishanesinin gardiyanları anılarım. Öyle bir yere kilitlediler ki içimdeki çocuğun neşesini artık yetişkin olarak bulunması imkânsız gibi.
Garip olan, soluksuz olanın bedenim değil de ruhumun olması. Demek ki insanın ruhunun da soluk almaya ihtiyacı varmış diye düşünmeden edemiyor insan. Sadece yara bere içinde olan beden değilmiş, ruhun da yara beresi olurmuş. Kapanmayan, kabuk bağlamayan, solmayan yaralarla bir ömür geçirmek. Ruhun dağlanmışlığını dindirmek, iyileştirmek için bir antibiyotik bile icat edilmemiş olması ne kadar acı. Tek bildikleri acıları uyuşturucu ile dindirmek.
Oysaki korumak mümkündü beni. Bir duvar ötedeydim. Mahalleli duymuyor muydu hiç sesleri? Peki, görmüyor muydunuz hiç üstümdeki izleri? Beden, izler yoksa unutuyormuş tüm olanları. Yaralar kabuk bağlıyor, sonra soyuluyormuş, sonradan soluyormuş. Bazen ufak bir iz kalıyormuş geride, bembeyaz. Beden an gibi yaşıyormuş gibi geliyor hayatı ve hesabını kapatabiliyor yaşadıklarının. Ama ya yirmi bir gramlık ruhum, nasıl da kalıyor tonlarca yükün altında? Omuzlarında yük olmayan insanları görüyorum; sanki kumların üstündeki ayak izleri bile benim kadar derin değil. Beni böyle bir hikâyenin başrolü yapan, onları pas geçmiş gibi bir hayat.
Ama neden? Belki de içimdeki şairin uyanışı için gerekli tüm bu olanlar, ne dersin? Keşke yatıp zıbarsaydı o şair ama uyumuyor işte, yazmaktan başka bir şey yok aklında. Sanki günah çıkarma ayini ruhunun. Sadece acılarından doğan kelimeler var. Yazmasam ne olurdu bilmiyorum, inan. Yazdıkça iyileşiyor tüm benliğim.


