Çehov’un klasik tiyatro metni “Martı”dan Başak Kıvılcım Ertanoğlu ve Ümit Erlim tarafından uyarlanan “Treplev”, son yılların en ses getiren yapımlarından biri. Lineer akışı ters yüz eden kurgusu ve günümüzün seyrediş dinamiklerini dahil eden interaktif sahnelemesiyle “Treplev”, unutulmazlar arasında yerini aldı bile. Kostantin Treplev’in otoriteyle ve aile fertleriyle olan bitmek bilmeyen mücadelesine ve varoluş dertlerine günümüzden bakan oyunun yaratım sürecini Başak Kıvılcım Ertanoğlu ve Ümit Erlim ile konuştuk.
EZGİ AKTAŞ İLE TİYATRO SAHNELERİNDEN

- Çehov’un “Martı” oyunu, 19’uncu yüzyılda kaleme almış ve dünya sahnelerinde defalarca sahnelenmiş bir metin. Klasik kurgudan deneysel sahnelemelere kadar pek çok kez yorumlandı. Bu metinden bambaşka ve yenilikçi bir yorum çıkarıyorsunuz. “Martı”da sizi oyun yazarı ve oyuncu olarak heyecanlandıran şey nedir?
Başak: Treplev’in derdi benim de bizim de derdimiz aslında. Yeni biçimler aramak, yeni sözler söylemeye çalışmak… Bir oyuncu ve yazar olarak beni en çok heyecanlandıran ve peşinden koşturan konu bu. Klasik metni yapı bozumuna uğratmak ve günümüz dünyasındaki izdüşümlerini aramak bana çok heyecan verici geliyor. Şimdi ne olurdu ne yapardı konusu çok iştah kabartıcı. İşin en güzel tarafı da klasiklerin bu esnekliğe ve eğilip bükülmeye harika cevaplar vermesi.
- Metni sahnelemeye karar verişinizden sahne üzerinde seyirciyle buluşmasına kadar geçen sürede nasıl bir çalışma yürüttünüz?
Başak: Masa başı çalışmasını çok seviyorum. Metni son haline getirmeden önce her şeyi sorgulamak, eleştirmek ve işimize yarayanlarla devam etmek, bazı şeyleri atmaktan, değiştirmekten korkmamak önemli sanırım. Mekâna özgü olarak Treplev’i uyarlayalım dediğimiz gün ile ilk oyun arasında sanırım 6-7 ay var. Bunun büyük bir kısmı masa başı mesaisini içeriyor. Sahnelemek üzerine de verilen kararlar net olunca prova süreci çok verimli ve kısa sürebiliyor. Müzik ve hareket tasarımı dahil sanırım 1 ay gibi sürede ilk oyuna ulaştık. Drama eğitimi vermek adına tanışmak için Suadiye’deki Decollage Art Space’e gelmiştik. Dekor tasarımımızı yapan, aynı zamanda bu güzel mekânın da yaratıcılarından olan Melisa Şahin’ in birlikte katları gezerken “Burada oyun yapsak ne güzel olur” dediğimizde bize verdiği “Haydi yapalım” cevabı olmasa Treplev bu biçimde hayatta olamayacaktı.

TREPLEV HEPİMİZE “MÜCADELEDEN VAZGEÇME” DİYOR
- Oyunun yaratım sürecinde özellikle mesai harcadığınız, belki yıkıp tekrar kurduğunuz, üzerinde düşündüğünüz alanlar neydi?
Başak: Sanatla var olmak isteyen bir kişinin baş etmeye çalıştıklarıydı diyebilirim. Treplev bir şeyler üretmek isteyen bir kişi. Bunun ne kadar iyi ya da kötü olup olmamasıyla hiç ilgilenmiyor aslında. Üretmek ve devam etmek istiyor ama bu isteği görmezden gelinerek, yok sayılarak reddediliyor. Hayatta kalmaya çalışıyor bir anlamda kendi kendine. Bu mücadelesini nasıl fiziksel aksiyona dönüştürürüz fikri beni çok cezbetmişti. Hep bir düello ve mücadele içerisinde Treplev. Bunu bir maç üzerinden, 4 roundluk ve hep kendisinin kaybettiği bir boks maçı üzerinden anlatma fikri üzerine düşünmek, seyirciye bu mücadelesindeki tutkusunu ama bir türlü olduramadıklarını aktarmak üzerinde çalıştık. Bir yer yer yönetmen/psikolog/yargılayıcı ebeveyn dış ses ile hayatını, ailesini, başından geçenleri sondan başlayarak anlatmak, metni yıkıp yeniden bozmak anlamında çok işe yaradı. “Yak tüm fikirleri!” Treplev için hayatının özeti sanırım. “Yak tüm fikirleri yak yak yak, çünkü ben aslında yokum yok yok yok.”
- Metni klasik oyun akışındaki çizgisellikten çıkarıyor, Treplev’i, onun duygularını merkeze alarak ama “Martı”daki bütün karakterlere de yer vererek yeniden kurguluyorsunuz. Treplev’in iç dünyasındaki ruhsal değişimler odaklı bu yaklaşımı tercih etme sebebiniz neydi?
Başak: Treplev’in istemediğimiz bir sonla biten hikayesini, istemediğimiz o sona sürükleyenler çevresindekiler. Bu anlamda oyunumuzun ilk katı bir cinayet mahali. Tuvalin üzerindeki karakterlerin hepsinin Treplev’in acıklı sonunda etkisi var. Bunu en güzel şekilde aktarmanın yolu hikâyeye sondan başlamak ve kendi gözünden dayısını, annesini, saplantılı aşkını ve diğerlerini anlatmaktı. İçini dökme girişimi diyebiliriz oyunun tamamına belki de. Hesaplaşması ve son bir kez, bir avazda başından geçenlerle yüzleşmesi, sağaltması için bir fırsat sunmaktı Treplev’e, içimizdeki Treplevlere. Çünkü Treplev özellikle anma töreninin olduğu katta aslında kendisinin yolundan gitmenin ne denli yanlış olduğunu da söylüyor. “Mücadele etmekten vazgeçmemeliyiz” diyor, bana, bize, hepimize.
- Çehov’un eski sanat anlayışı ile yeni arasındaki çatışmayı kişisel çekişmeler, dramlar ve kıskançlıklar üzerinden anlattığı “Martı”dan dört başı mamur bir trajikomedi çıkmış uyarlamanızda. Metne şeklini verirken nasıl müdahalelerde bulundunuz?
Başak: Başından geçenler çok trajikomik gerçekten de. Saplantılı bir aşk hikayesi var. Ağzıyla kuş tutsa yaranamadığı bir annesi, sürekli kendisine çocuk gibi davranan aile bireyleri var. Çehov’un da “Martı”nın bir komedi olduğunu ara ara vurguladığını da unutmadık hiç. Treplev’in kendisini hafife alması, cenaze töreninde bile ismimi yanlış yazmışlar diye sızlanması bu komedi unsurlarını öne çıkarıyor. Oyun alanı ile seyir alanının birbirine karışmasını çok seviyorum. Bu anlamda oyunun interaktif olmasını istiyorduk hep. Açık olan biçimimizin seyircinin de kattıklarıyla daha da karışmasını, birleşmesini, ortaklaşmasını düşlüyorduk. Bu anlatı biçimi ve izleği seyirci için en anlaşılır biçimde, en sade nasıl anlatırız fikri, bizi açık biçimi daha da genişletmek üzerine müdahaleler geliştirmeye de itti.

Fotoğraf: Ezgi Aktaş
- Üç bölümden oluşan oyun, Decollage Art’ın üç katında kurulan farklı sahnelere yayılıyor. Mekânı bu şekilde kurgulamak oyuna ne kattı?
Başak: Mekân çok olasılıklı ve şekilden şekle girebilen harika bir oyun alanı. Mekâna özgü oyunlar yapmak çok keyifli. Mekânı metinle birleştirme, hikâyeyi aktarmak için mekânda çözümler bulma, mekânın olasılıklarını metne dahil etme fikri çok heyecan verici. Decollage’ın tamamı bu anlamda Treplev’in sanatla ve yaşamla kurduğu bağ açısından biçilmiş kaftan. Sizi sanat eserleri karşılıyor girişten itibaren. Oyunun birinci katı aslında seramik ve resim eğitimleri verilen, Treplev’in de atölyesi olarak kurguladığımız atölye katı. Bu katta ışık ve ufak değişikliklerle metne uygun bir doku yakaladık. En büyük dönüştürme ikinci katımızı olan ring katında oldu. O noktada da dekor tasarımcımız, aynı zamanda da mimar olan Melisa yaratıcı çözümleriyle ring atmosferini yarattı. Sahne amirimiz ve ışık tasarımcımız Eray Uygun’da ışık kullanımı ile düello hissinin kuvvetlendiği bir alan açtı bize. Son katımız ise anma töreni ve Treplev’in uğurlama töreninin olduğu kat. Buradaki koltuklar, projeksiyonun yeri, yansıtılan perdenin hepsi o mekânda öncesinde de var olan şeyler. Bunları müzik ve ses tasarımcımız, şarkılarımızın da yaratıcısı İdil Acim’in kurguladığı Treplev’in son 20 dakikasının geri sayımının, renklerle birleştiği videosu ile birleştirince anma töreninin dokusuna da ulaşmış olduk.
Ümit: Biz Decollage Art Space için bu oyunu tasarladık. Dolayısıyla tam bir mekâna-özgü iş diyebiliriz Treplev için. Klasik dört perdelik bir metni üç parçaya bölmemizin ana sebeplerinden biri bunu seyirciyle birlikte deneyimlenen bir süreç olmasını istememizdi. Üç kat, otuz dakikalık üç part, topamda doksan dakikada Treplev’in hikayesini anlatmak istedik. Birinci kısımda seyirciler Treplev’in aile üyeleri ile tanışıyorlar, ikinci kısımda dört ana karakterin yüzleşmelerine tanık oluyorlar, son kısımda da cenaze merasimine katılıyorlar. Oyunun yapısını bunun üzerine kurduk.
- Treplev, seyircinin yalnızca izleme eylemini gerçekleştirmediği, bizzat dahil olduğu, müdahale ettiği, değiştirip dönüştürdüğü bir örgüye sahip. Bugüne kadar aklınızda kalan en ilginç “interaktif katkı” neydi?
Ümit: Gerçekten zor buna cevap vermek. Her oyun aklımda kalan birçok an var. Seyircinin varlığıyla ve cevaplarıyla şekillenen birçok an. Seyirciler ilk bölümde aile üyelerimin fotoğraflarını veriyorlar bana ve son bölümde de onları seslendiriyorlar. Bazen seyircinin kendinden geçip seslendirdikleri karakterden çıkamadıkları oluyor mesela. Bize laf attıkları zamanlar. En ilginçleri de bende kalsın. Gelip bunu bizimle deneyimlemek isteyenleri bekliyoruz.

“ZAMANIN ÖTESİNE GEÇEBİLMELERİ ÇEHOV GİBİ YAZARLARI EVRENSEL KILIYOR”
- Karakterlerinizi ele alırken ilk oyunundan son oyununa kadar değişip dönüştürdüğünüz anlar ve yerler oldu mu?
Ümit: Tabii ki. Yaptığımız şey bir açıdan canlı bir süreç. Oyunu da canlı bir organizma gibi görmek gerekiyor bence. Tıpkı karakter gibi, canlı, yaşıyor ve deneyim kazanıyor. Tam da bu sebeple her oyun hem aynı hem de oldukça farklı diyebiliriz. Seyircinin varlığıyla değişiyor, gelişiyor, genleşiyor, bir süreç izliyor. Yaptığımız işin keyifli ama bir o kadar da zor yönlerinden bir bu belki de.
- Treplev, bir önceki neslin kalıplaşmış sanat anlayışını reddeden, kendine yeni bir anlatı biçimi bulmak için çabalayan, bunun için yer yer gemileri yakmayı da göze alan bir karakter. Sizce günümüzde yaşasa ve üretseydi, Treplev’i en çok zorlayan durumlar ne olurdu?
Ümit: Aslında bir açıdan Treplev’i biz günümüze hatta yaşadığımız coğrafyaya ışınladık. Dolayısıyla, zaten Treplev ölmüş bir kurmaca karakter olsa da bugün ve bugünün dertleriyle de ilgileniyor. İlgi görememek, kendini göstermeye çalışmak, ekonomik sıkıntılarla boğuşmak, ailesinden kabul görmeye çalışmak, kendine sanat üretebileceği bir alan bulamamak, çoğu zaman cesaret gösterememek, korkmak, çekinmek, aşağılanmak, yadsımak, kibirle birçok şeyi beğenmemek gibi birçok motif ve tema aslında tam da bugünün konusu. Bence Anton Çehov gibi yazarları bu kadar evrensel kılan tam da bu zaten. Zamanın ötesine geçmeyi başarıyorlar.
- Peki, iki çağdaş oyun yazarı ve oyuncu olarak sizi bugün en çok zorlayan durum ve koşullar nedir?
Ümit: Her şey. Her sene oldukça kaotik ve zor zamanlar geçiriyoruz diye düşünüp, bir sonraki sene düzeleceğini umut ederek, bir illüzyonun içinde yaşıyor gibiyiz. Geçmişle oldukça zayıf ve yüzeysel bir bağımız, gelecekle ilgili umutsuz ve hoşnutsuz bir yapımız var. Bir oyun üzerine çalışırken genelde sorduğum sorulardan bir tanesi, bugün bu metin benim için ne ifade ediyor oluyor. Dertlerimiz çok farklı gibi görünse de en temelde benzer arzuları, istekleri ve dertleri taşıyoruz. Beni oldukça zorlayan koşullardan biri sanırım hayal ettiğim şey ile gerçekleşebilecek şey arasında kurmaya çalıştığım bağ diyebilirim.
- Oyunun sonuna doğru Treplev’in ağzından “Yaşa Treplev, yaşa. Doya doya, özgürce yaşa. İstenmediğin yerde durma, istemediğin şeyi yapma. Sus, ya da konuş ne bileyim. Bağır avazın çıktığı kadar. Kimse kimseyi anlamıyor. Uzlaş, ama taviz verme” diye sesleniyorsunuz. Bu aslında bugüne bir çağrı gibi. Treplev gibi “kaybolmamak” için çağdaşlarınıza ve seyirciye ne önerirsiniz?
Ümit: Bu oldukça zor bir soru. Dediğiniz gibi aslında kendime de söylediğim bir söz haline geliyor bu. Özellikle günümüz Türkiye’sinde birçok sektörde olduğu gibi sahne sanatları, ana akım medyada ve oyunculuk mesleğinde çok fazla taviz verirken buluyoruz kendimizi. Bu bence sektörel bir problem olmaktan çok kültürel ve sosyal bir problem. Bir önerim olacaksa; kendilerini kıyaslamadan, olabildiğince çalışarak, haklarını koruyarak ilerleyip, bunun oldukça bireysel bir yolculuk ama aynı zamanda kolektif bir iş olduğunu unutmamalı.
Treplev, 17 ve 31 Ocak ile 7 Şubat’ta Suadiye Decollage Art Space’de.


