Eylem Akdere
Ben göçü yaşamadım. Gemilere binmedim, ardımda köyler bırakmadım, yabancı topraklara kök salmadım. Ama bilmediğim bir yerin özlemi bazen içimi kemirdi. Uykularımı bölen, bana ait olmayan bir boşlukla defalarca karşılaştım. Çocukluğumdan bugüne, tarif edemediğim bu duygu hep yanımdaydı.
Sonradan anladım: Bu his bana değil, benden önce yaşayanlara aitti. Dedemin, anneannemin, sessizce içlerine gömdükleri özlemler, söylenmemiş şarkılar, dile gelmemiş acılar bende yankı buluyordu. Onların göçle sınanan kökleri, bilinçaltımda yaşamaya devam ediyordu.
“Delice; Miras” işte bu görünmez bağın öyküsü. Bir zeytin ağacının dilinden, köklerin sökülüşünü ve yeniden filizlenişini anlatırken, benim içimde taşıdığım o miras duygusuna da ses veriyor.
“Demir olsaydım çürürdüm, toprak oldum da dayandım.”
– Yaşar Kemal, İnce Memed 2
Bir kayalığın kıyısında, tuzla yoğrulmuş toprakta, rüzgârın sert estiği, güneşin acımasız vurduğu bir yerde filizlendim. Çatlak taşların arasına sinmiş yosun kokusunu, sabah çiğinin tuzlu serinliğini, yazın kızgın sıcağını içime çektim. Geceleri yıldızların ışığı köklerime değermiş gibi olurdu; sessizliğin içindeki çıtırtılar bana yaşamın incecik bir iplikten ibaret olduğunu fısıldardı. Toprak bana cimriydi, suyu esirgiyordu. Ama ben dirençle kök saldım. Ait olduğum yeri benimsedim, sarmaladım. İncecik dallarım taşların arasından yol buldu, derinlere indim. Her köküm bir hatırayı, her damarım bir inadı taşıdı.
Öğrendim ki toprağın değeri, bolluğunda değil, yokluğunda saklıydı.
Adıma delice dediler: Yabanî, kendi halinde, önemsenmez. Meyve vermez, verirse de serttir, acıdır. İnsanlar yanımdan geçip giderdi, gölgemde dinlenmezlerdi. Bunu dert etmezdim. Ben kendi varlığımla barışıktım; rüzgârın dilini, taşın sabrını, yağmurun hasretini öğrendim. Gölgem olmasa da varlığım, varlığım olmasa da direncim bana yetiyordu.
Bir gün, gövdemin dibinde telaşlı bir kalabalık belirdi. Gözleri yorgundu; kimi çocuk ağlıyor, kimi kadın bohçasını sıkıca kavrıyordu. Erkekler sessizdi; elleri titriyordu. Yüzlerindeki çizgiler, yılların değil, o anın ağırlığının izleriydi. Çocukların gözyaşları toprağa düşüyor, benim köklerimden süzülüyordu. Ben o titreyen ellerin arasına düştüm.
Toprağım kazıldı. Köklerim birer birer açığa çıktı. O kökler ki taşlara sarılmış, çatlaklara sızmış, yıllar boyu rüzgâr ve yağmurla yoğrulmuştu. Onları sökmek ölüm gibiydi. Bir ağaç kökünden koparılır mı? Topraksız kalmak, gövdesiz kalmaktan beterdir.
Ama anladım; ait oldukları topraklardan bir yadigâr olacaktım. Beni de söktüler, aldılar ait olduğum topraklardan. Toprağın derinliğinde kalmış hatıralarımı geride bırakıp, onların yarım kalmış hayatlarına eşlik etmek üzere yola çıktım. Onlar da köklerinden koparılıyordu; koparılış acılarına sessizce eşlik eden bir canlıya dönüşmüştüm. Benim kaderim, onların kaderine eklenmişti.
Gemi ağır ağır yol alırken, karanlığın içinde, her dalga vurduğunda sandığım sallanıyor, köklerim sarsılıyor, acım çoğalıyordu. Aynı acının içinde kıvranıyorduk, hepimiz. Tahta sandıkların gıcırtısı, rüzgârın uğultusu, bebeklerin hıçkırıkları birbirine karışıyordu. Gökyüzü kararmıştı; sanki yıldızlar bile bu yolculuğu görmek istemiyordu.
Gece olunca güverteden hıçkırıklar duyuluyordu. Kadınlar sessizce ağlıyor, kucağında uyuyan çocukların saçlarını okşuyordu. Erkekler suskundu; o suskunluk, kelimelerden ağırdı. Bir adam başını ellerinin arasına almış, dudaklarının arasından belli belirsiz dualar dökülüyordu. Genç bir kız, geminin kenarından ufka bakıyor, belki de geride kalan evlerini son kez görebilmek istiyordu. Güvertede, taşları bile ağlayan köylerin sesi vardı. Benim köklerimden akan özlem, onların gözyaşlarına karışıyordu.
Ben bir ağaç değil, onların ortak hatırasıyım. Köklerim söküldüyse, onların da kökleri sökülmüştü. Toprağım kaybolduysa, onların da memleketi kaybolmuştu. Biz aynı yolun yolcusu, aynı göçün tanığıydık.
Yeni kıyıya vardığımızda, güneş aynı parlıyordu ama ışığı yabancıydı. Rüzgâr tanıdık değildi. Beni toprağa gömdüler. O an köklerim ürktü; çünkü toprak benim değildi, taşlar yabancıydı. Ama zamanın sesi yavaşça köklerime ulaştı: “Tutun, yoksa ölürsün.” Ve ben, çatlaklardan sızdım, taşlara sarıldım, yabancı toprağın nemini içime aldım. Gövdem güçlendi, dallarım yeşerdi. Toprağın dili ağırdır; sabırla dinleyene, yeni bir gövde verir.
‘Memleketten’ dediler bana… Acı zeytinim bile tatlı geldi damaklarına. Gölgemde serinledi, yanan yürekleri. Tarih aktı ve gitti. Göçü gören, gemiyi hatırlayan, ilk kök saldığım tuzla yoğrulmuş toprakları bilen bir ben kaldım.
Şimdi benim gölgemde sen oturuyorsun. Parmakların gövdemdeki yarıkları yokluyor; her çatlak bir yolculuğun izi, her yara bir suskunluğun hatırası. Sen, tanık olmadın göçe, koparılışa, dökülen gözyaşlarına.
Ama bilirim; uykuların kaçar bazen. Gece yarısı kafanda uğuldar: “Ben nereye aitim?” Ellerini kollarına sararsın, içini kemiren boşluk var. Yastığının başında dönüp durursun; bazı rüyaların senin değilmiş gibi gelir, uzak şehirlerin, yabancı dillerin yankısıdır, belki …
Ama bil ki bu his senin değil. Bu, senden önce yaşamış olanların sessiz çığlıklarından, bastırılmış özlemlerinden, anlatılamayan acılarından sana miras kalan bir uğultudur. Kanının içinde dolaşır, damarlarında yankılanır, rüyana sızar. Gözlerini kapadığında duyduğun uğultu aslında seninle başlamayan bir şarkının devamıdır.
Sen aslında ait olduğun yerde kök saldın. Ama geçmişin gölgesi, kafanda ve kalbindeki uğultularla huzursuz ediyor. Rüyalarında; hiç görmediğin sokakların taşlarında yürüyor, hiç duymadığın dillerde şarkılar fısıldıyorsun. İçindeki boşluk, bir zamanlar başka bir kıyıda göç etmişlerin hafızasının yankısıdır. Seninle başlamayan göçün yankısı…
Ben, köklerinden sökülmüş bir delice olarak bunu bilirim. Bu hüzün, huzursuzluk, aidiyet sorgusu, senin tek başına yaratmadığın bir yük. Ama sen, onu taşıyan bir gövdesin. Ve bir gün bunu fark ettiğinde, mirasın ağırlığını anlayacak, kendi köklerinle barışacaksın.
Tekrar et, dinle, hisset:
“Aidiyetin, yalnızca yaşadığın toprakta değil. Hatırlayamadığın halde içinde taşıdığın görünmez şarkılarda, suskunluklarda, özlemlerde, köklerinde gizlidir.”
Çocukluğumdan bugüne, göçe ve tekrar kök salmaya eşlik eden, anlamını bilmediğim duygum ve bu miras yankısını bana bırakan dedem ve anneannem anısına.

Eylem Akdere, İngilizce Öğretmenliği mezunu ve Montessori eğitmeni. Ankara’da
kendi okulunu kurdu. Yazmak hayatında hep vardı; önce çocukları anlamanın ve onlara seslenmenin
yazmaktan geçtiğini anladı, sonra yetişkinlere yazarak duygularını sağaltmanın iyileştirici yanı ile tanıştı. Distopya Akademi’de aldığı eğitimler ve katıldığı atölyelerle öykücülüğünü derinleştiriyor. Çocuk edebiyatı çatısı altında bir öyküsü kolektif kitapta yer aldı. Hayatın her noktasında, kelimelerle yeni başlangıçlar arıyor.

