Belgin Ulutay
Bir duvarın önünde duruyordum; denizin sesi, taşın soğukluğuna inat, içime doluyordu. Taşla su arasındaki ince mesafede, yorucu bir ritim yankılanıyordu. Duvar, yılların yorgunluğunu sırtlanmış ve zamanın akışına kasıtlı bir direnç göstergesiydi. Yüzeyi, binlerce fırtınanın ve güneş altında bronzlaşmış, derin bir sessizliğe bürünmüştü. Dalgalar, duvarın dibine bir sırrı bırakıyor, sonra onu tekrar alıp geri dönüyordu; hiçbir zaman aynı yankıyı bırakmıyordu. Bir şeyleri anlatmak ister gibi ne duvar dinlenebiliyor ne de su görevinden vazgeçebiliyordu.
Bu yer, her sabah zorla yeniden kuruluyor, her akşam yorgunluktan yeniden yıkılıyordu. Her yok oluşta, ertesi sabahın kaçınılmaz tekrarının huzursuz edici sözü gizliydi. Bir bakıma bu, insanın hatırlama ve unutma arasındaki zorunlu döngüsü gibi bir ritimdi.
Ne kadar direnirsen diren, geçmişin yankıları her zaman bir biçimde geri dönerdi.
Taşın belleği vardır; zamanla, dokunuşla ve sessiz bekleyişlerle kazınan. İnsanın birikmiş öfkesinin, kabullenilmiş yalnızlığının izidir. Her iz bir bakışın, bir dokunuşun, bir bekleyişin tortusudur. Onlar, zihnin kendini kuşattığı, sonra da o kuşanmanın sınırlarını sorguladığı formlardır. Duvarın karşısında uzun süre durursan; duvar, insana kendi titrek yankısını, eylemlerinin ve suskunluklarının yansımasını geri verir. Bu yankı, bazen gerçeğin soğuk bir fısıltısı, bazen de sadece bir yanılsamanın boş sesi olur.
Dalgalar ise hiç bitmeyen bir anlatıdır, kulak kesilenine başkaca şeyleri fısıldayan. Onların her dönüşü, geçmişin ve geleceğin birbirine karıştığı bir hafıza işleyişidir. Sert, nazik, sessiz. Hep aynı kaynağa bağlıdırlar. İnsan gibi; Aynı kalbe dönen farklı niyetler, çelişkili arzular…
Zaman burada doğrusal değildir; daha çok bir gelgit gibi, ağır bir yük gibi akar/yaşanır. Geçmiş geleceğe karışır, şimdi ise hem geçmişin ağırlığını hem de geleceğin belirsizliğini taşır.
Sabahın ilk ışığında taşlara düşen gölgeler uzar, sonra çekilir. Bu gölgeler, sönük bir duvarın yüzeyindeki siluetler gibidir.
Geceleri ise rüzgârın uğultusu suyun sesine karışır. O karanlıkta her dalga bir cümleye benzer, duvarlar ise suskun bir dinleyiciye. Fırtına yaklaştığında, dalgaların sesi metalik bir tını alır, çarpışmalar daha keskin, daha tehditkâr olur. Duvar, bu darbelere sessizliğiyle direnir. Bu sessizlik, binlerce yıldır ayakta kalmanın getirdiği derin bir kabulleniştir.
Bazı yerler insanı yutar. Burası da öyle bir yer. Taşların arasında yankılanan ayak sesleri, yıllar önce söylenmiş kelimelerin tortusunu taşır ve hiçbir şey tam olarak kaybolmaz. Unutmak bile, yavaş yavaş eriyen bir tuz gibidir; tuz erir erimesine de denizin tadını da değiştirir.
Duvar ve dalga, biri direnç, diğeri sürekli değişim. Birlikte bir ritim yaratırlar; vur, çekil, dinle. Bir süre sonra duvarın yüzeyindeki çatlakları okumaya başlıyorum. Her biri bir çizgi, bir hikâye, bir sessizlik. Suyun sürekli devinimiyle taşın sabrı arasında tuhaf bir uyum var. Belki de bu uyumun içinde insan, kendi direnişinin ve teslimiyetinin sınırlarını tanıyordur.
Bir gün, gökyüzü griye dönerken, rüzgâr denizin sesini taşların arasına sıkıştırdı. O an, dalgalar sanki unutulmuş bir dili hatırladı. Her darbe, bir şeyleri hatırlatmak istercesine yankılandı. Direnmek ile teslim olmak arasındaki o ince sınırdaydım. ARADA.
Bir akşamüstü, duvarın dibinde bir parça yosun gördüm. Taşın içine işlemiş, ayrılmaz olmuştu. Dalga her gelişinde onu sarsıyor ama koparamıyordu. Kırmadan, yıpratmadan, sürekli dokunarak var olabilmenin en muhteşem hali vazgeçme diyordu. Günleri saymak yerine dalgaları dinle. Zaman ilerledikçe dalgaların sesi değişti. Artık daha derinden, daha yavaş çarpıyordu. Belki de taşın içindeki yankıyı dinlemeyi öğrenmişlerdi. Ben de kendimi.
Bilirim ki; en çok sustuğun yer, seni ele verir.
Bir gün, demir kapının eşiğinde salınan, hırpalanmış bir kâğıt parça buldum. Rüzgâr getirmiş olmalı. Nemden kabarmış, mürekkebi dağılmıştı. Yine de bazı kelimeler okunuyordu: “kurşun… yollar… ceza…” Kelimeler parçalanmış olsa da anlamını yitirmemişti. O gece uzun süre uyuyamadım. Dalgaların sesiyle birlikte o kelimeler zihnimde dönüp durdu. Her dalgada, bir harf siliniyor, bir başka harf beliriyordu. Sanki su, kelimelerle kaderi yeniden yazıyordu.
Sabah olduğunda kâğıdı cebime koydum. Taşların arasında dolaşırken, rüzgâr yön değiştirdi; deniz kabardı. Artık dalgaları dinlemek yetmez olmuştu. İçimdeki sesleri duyurmak da istiyordum. O ses, bazen bir dua gibi, bazen bir mektup gibi konuşuyordu. “Aldırma” diyordu sanki “her şey geçer.”
Dalgalar, durağanlığa karşı tek isyan, tek teselli kaynağıydı. Onlar, dışarıda yaşamın devam ettiğini kanıtlayan, sonsuzluğun nefesiydi. Duvarın baskıcı ciddiyetine karşılık, suyun döngüsel ve ritmik akışı, bir tür ilahi şefkat sunuyordu yüreğime.
Bu iki zıtlığın çarpışma noktasında, o kâğıda karalanmış dizeler, tarihi gerçekliğin acısını kabul ederken, edebi gücün sınır tanımazlığını da ilan ediyordu:
“Dışarda deli dalgalar / Gelip duvarları yalar;
Seni bu sesler oyalar / Aldırma gönül, aldırma.”
Bu bir kabulleniş değil, zihinsel bir manevra idi. Mademki beden zincirlenmişti, o halde ruh, kelimeler aracılığıyla özgür kalacaktı. O, mahpusluğun en karanlık anında bile, umudu somut olandan soyut olana taşıma yolunu seçmişti. Fiziksel olarak denize bakmak yasaklansa bile, bakışın yönü daima değiştirilebilirdi.
“Görmesen bile denizi / Yukarıya çevir gözü / Deniz gibidir gökyüzü / Aldırma gönül, aldırma.”
Bugün Sinop’ta yürürken, soğuk taşlar hâlâ tenimizi ürpertir; koğuşlardan süzülen sessizlik, geçmişin acısını fısıldar.
Onun şiiri, taşın ve demirin katı kurallarına karşı, kelimenin kırılmaz ruhunu miras bırakmıştır.
Ve böylece, Sebahattin Ali’nin kırılmaz ruhu, duvarın sessizliğinde hâlâ yankılanıyor; ona özlemle…

Belgin Ulutay, 20 yılı aşkın süredir çeşitli sektörlerde orta düzey yönetici olarak görev yaptı. Yazmaya ve seslendirmeye şiir ile başladı, çeşitli eğitimlerin ardından edebiyat yolculuğunu öyküler ile devam ettiriyor. Tiyatro, seslendirme, kitaplar, seyahatler ve yazı ile kendine bir dünya kuran Ulutay’ın bir çok kollektif kitapta öyküleri yayımlanmıştır.


