Gökbanu Sezi Coşkuner
Trene bindiğinde pencere camına yaslanan alnında toz ve ter karışımı bir tabaka oluşmuştu. İnsan iyi olup olmadığını nasıl anlar? İçindeki deliklere bakınca belli olur mu? Ben içime öldüm uzun zaman önce. Dışarıda uçsuz bucaksız bozkır ve uğultulu bir rüzgâr sesi. İçinden mi dışından mı belli değil. Kırık bir masa ortada, açılır kapanır. Üzerine artık okunamayan çizikler, çentikler, kelimeler kazınmış. Vagon boş… ben gibi. Alnını silmek için kafasını kaldırdığında camdaki yağ izi kupkuru bozkırın üstünde çizgi çizgi. Ufuk görünmüyor. Tren yavaş, ruhum kırık. Kırık masa. Kırık ayaklı sandalye. Kalbim taş. Çocukken o beş taş oynadıklarımdan değil ama.
Cebinden çıkardığı mektuba baktı belki de yüzüncü kez. Eprimiş, sararmış. Kâğıdın hışırtılı fısıltısı ezberinde hâlâ. Kaç yıl olmuştu? Babasının el yazısı. Birbirine karışmış harfler, kelimeler. Ona bir babalar gününde hediye aldığı dolma kalemle yazılmış. Mürekkep lekeleri her tarafına yayılmış. Sarı. Siyah.
Aniden istasyonda gördüğü yaşlı adamın yüzünü anımsadı. Bozkırın çatlamış elleri, alnında derin çukurlar, içinde bilinmeyen gölgeler, kendi gölgesi, onun gölgesi… sarı, kahverengi, gri. Genzini yakan toz kokusu. Ağzında çamur tadı. Taşın ağırlığı omzunda. Ruhundaki hiçlik, bozkırın hiçliğine karışırken mağaralarındaki karanlık. Daima bilinenin aynı bilinmezliği. Bir türkü zihninde. Kimdi söyleyen?
Ev terk edilmişliğin ağır kokusunu taşıyordu. Kapıyı ittiğindeki yılların sessizliğini delen o gıcırtı. Kemiklerimden mi? Yoksa ruhumdan mı? Suratına bir tokat gibi çarpan o koku. Islak, yapışkan, küflü. Bir denizanasının dokunaçları gibi vıcık vıcık, kaygan ve yakıcı. Tüm tenine, bedenine ve zihnine yapışıp kalan. Felç eden.
Eşikten geçince nefesini kesen serinlikle ürperdi. Bozkırın sarı sıcağındaki bu beklenmeyen onu rahatlatmadı.
Annesinin sesi kulaklarında çınladı. “Yapma oğlum! allasen! Çıkma üstüne şunun! Düşüvericen bi gün!” Hep o ayağı kırık sandalyede otururdu. O oturmasın, üstüne çıkmasın diye. Annesi her kalktığında, o inatla sandalyenin üstüne çıkardı.Bir ileri bir geri sallanır, hayatına başkaldırırdı. Küçücük aklıyla ölüme meydan okuduğunu sanırdı. Radyoda hep aynı şarkılar, arada bir babamın da eşlik ettiği türküler. Anamın kahkahası, önünde tahta masa, üstünde Singer dikiş makinesi. Almanya’dan amcamın getirdiği… kahkahaların haykırışlara, haykırışların gözyaşlarına dönüştüğü, o zaman aydınlığının kıymetini fark etmediğimiz tavandaki tek ampullü lambanın altında yalancı bir huzur. Ve patlayan ampul. Sonsuz karanlık. Bir daha hiç tütmeyecek ocak. Üstünde sadece kuru kestane kabuklarının kaldığı isli soba.
En son fotoğrafı. Ben çektim. Bozkırın nasırlı kara elleri. Bozkırın tezenesi olmak isterken tarlada ırgat olmanın dayanılmaz ağırlığı. Bozkırın hiçliğinde umutsuz var olma çabaları. Baba, oğul, çorak. Bozkır. Beş taş. Taş. Sarı. Hem topal hem de çolak…
Dilimde, kemiklerimde pis bir sarı sıcak… anamın çamaşır asarken yere düşürdüğü tahta mandallar birbirine ekleyip tren yaptığım. Bir gün buradan kaçabileceğimi sanarak… Kenet. Kuvvet. Bacaklarımı gıdıklayan dev başakların arasında sonsuz ufka koşarken ben. Etrafta uçuşan tozlar. Cildimde güneş lekeleri. Hayatın lekeleri her bir hücremde.
Mezarlık… Rüzgârın ıslığı? Trende miyim? Hışırdayan yaprakların kulağımdaki fısıltısı. Taş, soğuk, makas. Hayır ip! İp değil. Daha kalın. Urgan! Adının yazılı olduğu taş yanımda. Tarihler önemsiz. Taşın soğuğu avucumda. Boşluklarımdan tenime, kemiklerime ince ince sızıyor. Oradan da ruhuma. Sessizliğin sağır edici yankıları bozkırdan kulaklarıma akıyor.
“Affet beni,” diye mırıldandı. Boğuk sesi ıssızlıkta yankılandı. Bozkır gözlerinden yaş akmadı. Çöle dönmüş ruhunu kum tepeleriyle dolduran o boğulma hissi geçmedi. Anladı. Sonu gelmeyecekti. Belki de bir gün, onun tam yanındaki mezara kadar taşıyacaktı. Pişmanlık. Bir denizanasının dokunaçları gibi vıcık vıcık, kaygan ve yakıcı. Tüm tenine, bedenine ve zihnine yapışıp kalan. Felç eden.
Patlayan ampulün sesi. Gacırdayan kirişler. Urganda sarkan bir boyun. Bükük. Kırık ayaklı sandalye hâlâ sağlam.
Dönüş yolunda durdu. Geniş, çorak toprağın tam ortasında. Ruhu gibi hem topal hem çolak. Sahte özgürlüğün sahici eziciliğinde sıkışmış ruhuna bozkırın alacalı, mor-kırmızı gökyüzü bile dar. Artık esirgemeyen.
Akşamın puslu paslı tozunu derince içine çekti. Tuttu. Bıraktı. Bu topraklar acı. Hafıza kayıp. Bellek ölü. Kaçış yok. Kaçtıkça sarmalıyor köklerin seni. Beni. Bozkırın topaklanmış kekremsi tadı damağımda. Belli ki dönüş yok. Kaçış olmadığı gibi. Paramparçayım. Denizanaları her yerimde. Kırık ayaklı sandalyeyse sapasağlam olduğu yerde.
Kalemi elinden bırakıp bir sigara yaktı. Defteri öteye itti. Pişmanlık bakiydi…

Gökbanu Sezi Coşkuner, Ankara’da doğmuş, ilkokul 5. sınıfta İngilizce öğretmeni olmaya karar vermiştir. 1998’de ODTÜ İngilizce Öğretmenliği Bölümü’nden mezun olmuş, öğrencilik yıllarından itibaren çeşitli kurum ve kuruluşlarda öğretmenlik yapmıştır. 2001 yılından bu yana ODTÜ Temel İngilizce Bölümü Hazırlık Okulu’nda öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır. Evlidir, Tılsım ve Alkım’ın annesidir. Çok küçük yaşlarından bu yana kitap, film ve yazma ile dolu bir hayatı yaşamaktadır. Birçok kolektif eserde, dijital ve matbu dergilerde öykü ve yazıları yayımlanmıştır. Ömrünü okuyarak ve yazarak geçirmekte kararlıdır.


