Betül Çakıroğlu
Harman zamanı çiftlik demek çocuklar için eğlenceli olsa da çalışanlar için bir savaş meydanıydı. Bostandaki ilk mahsul, buğday hasadının ilk günü için toplanmıştı. Toplandığı yerde de közlenmişti. Var olmak için o kadar çabadan sonra yanıvermişti işte. Ateşin başında patlıcanları közlerken düşünce kıvılcımları kafasındaydı.
Bu kayalıklar bahçenin tam sınırıydı. Uçsuz bucaksız tarım arazisinde değişik, doğal bir sınır oluşturan tek yerdi burası. Buğday başakları ağırlaşan başlarını bükmüş harman için bekliyordu. Toprağın altında çatlıyor ve büyüyorlardı. Var oldukları, belki de ilk kez buğday oldukları anda biçiliyorlardı. Hasat yıkım gibi gözükse de toprak için yeni bir başlangıçtı.
“Kesinlikle toprak fırını buraya yapmalıyız. Bu sene ekimden başlayan kompost gübre, atalık tohum ve bahçeyi oluşturma curcunasından ona sıra gelmedi ama elzemdi. Şu Kastamonu’dan getirttiğimiz siyez buğdayı çıksaydı, ne güzel ekmek yapardık. Çıkmadı. Buraya uygun değilmiş.”
Maysa elinde eski model döküm çaydanlık, ayağında şalvar söylenerek geldi. Neye söylendiğini sormaya hiç yeltenmedi. Patlıcanların ateşte büzülmelerini seyrediyordu. Maysa sırığa çaydanlığı geçirdi.
“Maysa fasulye bilmiyormuş. O sırıkların en ucundan çıkacak zannediyormuş. Sıktığım; kara basması için olan ilaçtan çıkmadılar zannediyormuş. Diplerine hiç bakmamış. Duygu geldi de bana tercüme etti. İkisi beraber koca bir leğen topladılar. Maysa nasıl da şaşkın şaşkın bakıyordu. Duygu ona fasulye pişirmesini de anlattı. Çiftlik ahalisi buna çok sevinecek. Semizotu kızartması mı olur diye söylenerek binip gitmişlerdi traktöre öğle sıcağında. Harman beklemezdi.”
Çocuklara seslendi. Boşlukta yankılanan ses evin duvarına çarpıp, geri döndü. Akbaşlar havlama ile bu sese eşlik etti. Zaten onlarda havlamak için bahane arıyorlardı. Sırtı eve dönüktü. Aşağı inen ayak seslerini duydu.
Közlenmiş patlıcan kabuğunu soymaktan kararmış, doğradığı sarımsaktan bir güzel de kokmuş ellerini sallayarak onları çağırdı.
“Damlama sulama çalışmıyor. Alt tarafı göletten vanayı mı açmamışlar. O kadar basitmiş. Hay canına yandığım. Kimsenin de aklına gelmemiş, şuncağızlara su tutmak. Açalım da domateslerin dibine aksın. Toprak el kesiyor. Salatalıklar acıyacak.”
Bunları da kendi kendine söylemişti.
Demir kapıdan ses gelince dizlerinin üzerinde oraya döndü.
Harmandan dönen biçerdöver bir yorgun savaşçıya benziyordu. Bir koca kâse çoban salata, patlıcan salatası, menemen, yoğurtlu semizotu ve çocukların isteği makarna bostanın içinde kurduğu sofranın üstündekiler bunlardı. Makarnaya Maysa kendi yaptığı mayasız peynirden ufaladı. Akbaşlar hariç kim varsa çiftlikte ateşin başına geçmişti. Yemekler yenildikten sonra ateşin içi geçmemişken Burcu sordu: “Size bir masal anlatayım mı?”
Kimse hayır demedi. Zaten diyemezlerdi. Aslında bu bir soru değildi. Burcu yavaşça ayağa kalktı. Kafasında bir mikrofon olsa Ted konuşması yapacak zannedilebilirdi. Ellerindeki toprağı silkeledi. Bütün gün kendi kendine konuşmuştu. Gırtlağını temizledi. Ve başladı.
Bir varmış; iki yokmuş. Burası kupkuru toprak ve cansız bir yermiş. Zaman hiç söylenmemiş, bilinmeyecek kadar eskiymiş. Develer tellal, pireler berber değilmiş; çünkü onlar ve hiçbir canlı daha var bile olmamışken. Söylencesi nasıl geldi bilen yok. Ama anlatan var. Dinleyen çok. Şimdi bunu dinleyenler kulak versin. Günün birinde belki siz de anlatırsınız. Sorarlarsa size bu masalın adını; Dünyanın canlanması demeyi unutmayın.
Şeyler bir yıkımdan kurtulup Dünya’ya düşmüşler. İlk duydukları ses “Kalkın” olmuş. Cansız topraktan parçalar ayaklanmış. O kadar çoktular ki alttaki toprak görünmüyormuş. Şekilsizmişler. Kimi büyük, kimi küçükmüş. Sarı olan varmış, kızıl olan varmış. Hepsi birbirinden farklıymış. Şeyler şaşkınmış. O büyük yıkımdan kurtulmak mutluluk verse de burada ne olacaklarını bulmalılarmış. Toprak onlara “Yürüyün yavrularım. Yürüyün ve kaderinizi bulun” demiş. Hepsi toprak anayı dinlemiş. Yürümeye başlamışlar.
Bir süre sonra parça parça ayrılmışlar. Toprak ana seslendikçe bölünmüşler. Ağaçlar demiş ve bir kısmı gitmiş. Sebzeler dediğinde Kara önderliğinde bir bölüm daha böylece ayrılmış.
Arka sıralardan küçük bir şey seslenmiş lidere.
“Kara biz nereye gidiyoruz?”
“Toprak ana bize yol gösterecek. Bir de içimizdeki ses. Şimdilik varoluşumuza yürüyelim.”
Başka biri seslenmiş.
“Adımız sebze mi bizim?”
“Sanırım,” demiş Kara.
Aslında o da çok merak ediyormuş. Yıkımdan çıkmış ve var olmaya çalışıyormuş. Ne olacağını bilmemek çok zormuş. Yanına yemyeşil ve yeşile çalan sarıda iki şey daha gelmiş.
“Yanında yürüyebilir miyiz?”
“Tabi ki.”
“Herkes çok şey merak ediyor.”
“Ben de ediyorum. Sebze olacağımız belli olsa da nasıl bir sebze olacağımıza biz karar vereceğiz. Yıkımdan kurtulmak için kaçtık. Var olmak için de yürümeliyiz.”
Böylece yürümüşler. Kara arkasına baktığında toprak parçalarından birkaç tanesinin iyice beyazladığını görmüş. Soğuktan oda üşümüş. Ama rengi değişmemiş. O sırada arkadan bir ses duymuş.
“Ben çok üşüdüm. Daha fazla yürüyemeyeceğim.”
Birden şey bembeyaz yusyuvarlak olmuş. Toprağa oturmuş. Konuşmasına yeni şekli ile devam etmiş.
“Kardeşlerim size iyi yolcuklar. Benim yolculuğum burada bitti. Adım lahana. Hepiniz kendi güzel adlarınızı bulacaksınız. Ve yine bir gün hep beraber olacağız.”
Kara, lahanaya ve ayaktaki şekilsiz şeylere bakmış. Birçoğunun şekli değişmeye başlamış ama kendisi hep aynıymış. Çok geçmeden biri daha yuvarlak olup toprağa oturmuş
“Adım balkabağı,” demiş.
Şeyler yürümeye devam etmiş. Bir süre sonra kara arkada ağlama sesleri duymuş. “Annemizi özledik,” diye ağlayan şeyleri Kara nasıl teselli edeceğini bilmiyormuş. O kadar çok ağlamışlar ki yumuşayan toprak onları içine çekmiş. Havuç, pırasa, yer elması ve pancar da böylece ayrılmış. El ele gezen arkadaşlardan ikisi de biz soğuğu sevdik diyerek ayrılmış. Bunlar brokoli ve karnabaharmış. Yürüyüş devam etmiş.
Dört şey, hararetli tartıştıkları için yeniden durmak zorunda kalmışlar. Kara yanlarına gitmiş. İkisi soğan, ikisi sarımsakmış. “İsimlerimiz nasıl olurda aynı olur,” diyerek tartışıyorlarmış. Kara onlara en baştan beri dediğini tekrarlamış.
“İçinizi dinleyin.”
Daha yeşil olanı, “Anladım. Biz yazın yetişeceğiz, siz kışın,” demiş.
Yuvarlak ve beyaz olan soğan ile sarımsak toprağın içine girerek, gözden kaybolmuşlar.
Kara, kendi ile ilgili içinde bir şey görememiş. Küçük yeşil soğan varlığını kavramış ama önderleri olan Kara hâlâ anlayamamış. Artan endişesi ile yürümeye devam etmiş.
Ya yıkımdan sonra var olmazsa…
Havalar ısınmaya başladığında kimse ile konuşmayan kendi ile konuşanlara da cevap vermeyen bir şey yemyeşil olup ayrılmış. Yanına gittiklerinde dikenden başka bir şey görememişler.
“Ben enginar,” demiş sadece.
Zıplayarak yürüyen bir şey bağırmış.
“Bunun gibi burnu havada değilim. Ben her yerde olmak istiyorum. Herkes beni görsün. Dokunsun. Ben semizotu.”
Yürüyüş devam etmiş. Kara’nın yanında yürüyen yemyeşil arkadaşı kıpkırmızı olmuş.
Arkada bir gürültü olunca durmuşlar.
“Ne oluyor burada,” diye sormuş lider.
Yeşil ince gövdesinin üzerinde geniş yaprakları olan şey konuşmuş.
“Hangimiz daha güzel kokuyoruz onu konuşuyorduk.”
“Şekilleriniz oluşmuş, neden ayrılmadınız? Toprağa kök salmadınız?”
“Bir jüri oluşturalım. Hangimiz daha güzel kokuyoruz onu bulalım. Yoksa ayrılamayız.”
“Varlığınızı bulmuşsunuz. Daha ne istiyorsunuz?”
“Bu sorunu çözmeliyiz.”
“Bu bir sorun değil. Hepiniz güzel kokuyorsunuz.”
Ne dediyse onlara dinletememiş. Kara, şimdiki kırmızı ve yeşile çalan sarı jüri olmuşlar. Yarışmacıların isimlerini saymış.
Roka, biberiye, adaçayı, nane, maydanoz, tere ve salatalık.
Jürinin kararını vermiş. Kazanan salatalık olmuş. Süslüler sınıfı grubu terk edip, annelerine kök salmış. Ama salatalığa ve onu seçen jüriye hep kızgın kalmışlar.
Kendilerine biz kardeşiz diyen ve diğer sebzeleri aralarına almayan üç kız kardeş de bu olaydan sonra ayrılmış. İsimleri; mısır, kabak, fasulye imiş.
Ayrı ayrı hikayeler ile sebzeler teker, teker ayrılırken yeşile çalan sarı, “Adım biber,” diye bağırmış. Az kalan gruptaki bibere hayran tombul şey de “Ben de dolmalık biber,” demiş.
Yavrularını korumak için kabuk içinde sakladıklarını söyleyen isimleri bezelye, bakla ve barbunya olanlar da ayrılmış.
Kara ve kırmızı yürüyüşlerine devam ediyormuş. Birden çok güzel bir koku havayı sarmış. Salatalıktan bile güzel. Kırmızı bir yuvarlağa dönüşürken, tam ortasındaki sapından çıkan yaprakları efsunluymuşçasına görüntüsü ve kokusuyla baş döndürüyormuş. “Adım domates,” demiş ve orada kök salmış.
Kara tek başına beş adımdan fazla atmamıştı ki gövdesi karadan mora, mordan karaya renk değiştirmeye başlamış. Şekli salatalığa benzemiş ama daha yumuşakmış. Adı şey ya da sebzelerin yürüyüş lideri “Kara” değilmiş artık. Toprak Ana’nın ona ismini fısıldamış. “Patlıcan.”
Anne bu masalı şimdi mi uydurdun?
Bu kadar patlıcanı tek başıma ayıklarsam olacağı budur, dedi.
Çiftlik hasat zamanı gülüşme sesleri ile doldu. Hasat bir yıkım değil, varoluşun en başıydı.

Betül Çakıroğlu, Gelibolu’da doğdu. Mimarlık eğitimi için geldiği İstanbul’da kızıyla birlikte yaşıyor. Mimarlık bir yana edebiyat sevgisi bir yana diyen yazar her zaman çantasında taşıdığı kitaplarından vazgeçmiyor. Çocuk kitapları yazma, çocuk kitapları editörlüğü, çocuk ve gençlik edebiyatı başlıklı çeşitli atölyelere katıldı. Yazarın ilk kitabı Kumdan Hayaller olsa da kollektif kitaplarda öyküleri ile ve editörlük yaptığı kitaplarla da okuyucu ile buluştu.

