Eylem Akdere
Oda sessizdi.
Dışarıda rüzgâr pencere pervazına hafif bir sarsıntı yapıyor, uzaklardan bir kapının gıcırdaması ara sıra kulağa geliyordu. İnce bir perde, adeta küçük bir dünya içinde büyük, beklenmedik bir hareketle dalgalanıp duruyordu.
Bir el uzandı; önce kibritin başında bir kıvılcım belirdi. Kısa bir çıtırtı, ardından fitilin ucunda küçük bir alevin titreyen sesi ve ben doğdum.
Ne için yakıldığımı bilmiyorum; bir dilek için mi, bir dua için mi, yoksa yalnızlığın önüne konan bir tutam umut muydum?
Bilmem.
Sadece bir yokluğun içinden var oldum.
İlk anlarım, sade bir merasim gibiydi; yavaşça yayılan ışığım tavana, duvara, kitap kapağına dokundu. Toz parçacıkları havada dans ediyor, çerçevedeki fotoğraf kenarları görünür oluyordu. Lambanın uzak huzmesinde kaybolan şeylerin artık çarpık bir netliği vardı; bir fincanın içinde kurumuş çayın gölgesi, eski gözlüğün camındaki çizik, her biri bana doğru küçük yankılar gönderiyordu.
Ben büyüdükçe, benimle gelen bir başka şekli gördüm: Gölgem.
İlk başta onu izledim, sonra onunla yaşadım. Duvarın üzerinde kıvrılan, masanın ucunda bambaşka bir hâl alan o karaltı… Sanki benden kopmuş ama benden daha özgür biri gibiydi.
“Sen kimsin?” dedim bir gece.
“Gölgen, senin olanım” dedi, sesi fitilimin cızırtısıyla karıştı. “Senin ışığın benim sebebim. Sen sönerken ben yok olacağım. Ama şimdi ‘biz’ varız, gölgen ile kucaklaşmalısın!”
O cümleyle dünyam değişti. Anladım ki ben yandıkça o büyüyor; ben küçüldükçe o şekil alıyor. Birbirimizi var ediyoruz.
Ama kim, kimin yansıması? Anlayıp kabul edişin hafifliğine erişmek…
Geceler farklıydı. Her yanışımda farklı eller vardı; bir kadının titrek parmakları, bir çocuğun meraklı avucu, yaşlı bir adamın usulca tutuşu. Kimi zaman bir insanın dileğine yoldaş, kimi zaman bir öğrencinin karanlıkta sayfa çevirmesine yardım eden ışık oldum. Ellerimi tutanların nefesleriyle kokum odada asılı kaldı; balmumunun tatlı, yakılmış şekerimsi kokusu. O koku, bazı geceler sevinçle, bazı geceler hüzünle var oluyordu.
Her değdiğim yerde bir şey değişiyordu; bir yüz rahatlıyor, bir çift göz kapanıyor, bir el daha cesaretleniyordu.
Eksildikçe çoğalmak…
Bu paradoksu daha önce bilmiyordum. Kendi varlığımı yitirdikçe, dışarıdaki dünyada huzur, cesaret, okunan bir sayfa, söylenen bir söz doğuyordu.
Bir gece, gölgemin sessiz ama ısrarcı, soruları ile sarsıldım:
“Beni neden hep bastırmaya çalışıyorsun?” dedi. “Ben senin günahın değilim, yalnızlığını görünür kılan, seninle var olanım, gerçeğim.’’
Alevimin ucu ürktü; bir an için fitilim eğildi, sesim kırıldı: “Ben… bilmiyorum. Belki senden utanıyorum ya da korkuyorum.”
“Çünkü beni tanımıyorsun,” dedi gölgem. “Seninle birlikte doğuyorum ama sen hep varlığımı suçluyorsun.”
Susuyordum; çıtırtılarımın arasında kendi kalp atışımı duyuyordum. Gözlerimde, duvardaki karaltının kıvrımlarında çocukluğumun izleri, susturulmuş korkularım, unutulmuş pişmanlıklar vardı. Bastırdığım her şeyin o karanlığın biçimini aldığını, o gölgenin benim eski yüküm olduğunu fark ettim.
Karanlığı aydınlattığım başka bir gece, bir kadın uzun uzun baktı, bana. Gözlerinde hafif bir titreme vardı; dudakları kıvrıldı ama gülümseme değildi tam olarak; derin, kırılgan bir kabullenmeydi. Bana eğildi ve fısıldadı: “Sen iyi geldin.” O sözcük, bir dua kadar saftı. Işığım, o cümleyle beraber daha bir amaçlı yanmaya başladı; bir sıcaklık yayıldı yalnız benim değil, odadaki herkesin içine.
Bazen uzun uzun yandığım gecelerde, komşu evden bir çocuk sesi duyuyordum. Bir gece, o çocuk cesaret edip kapıyı açtı; elleri titreyerek bir kibrit aldı ve kendi evinin karanlığına bir ışık kondurdu. Onun elindeki küçük alev, benim ışığımın bir yankısıydı. O an anladım; benim erimem sadece buradakileri ısıtmıyor, bir yerlerde başka mumların da doğmasına yardım ediyordu. Bu, tükenirken elde edilen bir mirastı, soğuk kalan yerlere geçen bir sıcaklık…
İçimde bir yerde gurur ve hüzün yan yana duruyordu. Gurur, yandığım için. Hüzün, yandıkça tükenişim için. Gölgem, onu kucaklayışımdan sonra, bir soru daha sordu: “Kendin için hiç ışık tuttun mu?”
Bu soru yeni bir kıvılcım doğurdu; alevimin ucu eğildi, kendi içine baktı. O an, kendim için de bir ışık tuttum. Işığın yönü değil, varlığı önemliydi. Kendime aydınlandıkça, gölgem hafifledi.
Günler böyle geçti. Bazı geceler uzun, bazıları kısaydı; bazılarında bir şarkının melodisinde, bazılarında suskunlukta, bir elin sıcaklığındaydım. Bazen dileklerine eşlik ettiğim kadının ellerinden; bazen bir mektubun üst satırından; bazen bir okurun parmağı ile çevirdiği sayfanın sağ üst köşesinden yayılıyordum. Hepsi benim ışığıma dokunuyordu, hepsi ondan bir parça alıyordu. Ve ben, parça parça erirken, dünyada başka yerlerde bir kenar daha aydınlanıyordu.
Çok gecenin içinden süzülmüş sessiz bir an, içimde bir şey çöktü; bütün olabilmenin, kabullenişin, sarılışın huzuru. Gölgemin sorularını yanıtlayacak gücü artık hissediyordum. Alevim küçüldü, içindeki ritim derinleşti. Gölgem duvarda uzandı; duvarlarda santim santim azalan bir ışık ve ona eşlik eden bir gölge.
Zaman içinde öğrendim, gölgeyi bastırmak onu büyütüyor. Ona bakmak, adını söylemek, onu tanımak küçültüyor. Rüzgâr estiğinde; alevim titriyor, gölgem de. Ama o titreme bizi aynı ritimde sallıyor, sanki birbirimize boyun eğmiş gibiyiz artık ya da bu benim kabullenişim, kucaklayışım…
Son alevimden önce bir is yükseldi. Rengi beyaz olan is.. Işığım gölgemin kalbine, gölgem ışığımın içine karıştı. Tüketmeyen, yok etmeyen bir karışım oldu bu, birbirlerini dönüştüren bir dans. Artık ışık ve gölge ayrımında değildik; sadece sessiz, yumuşak bir sıcaklık kaldı odada, balmumunun bıraktığı hafif koku, sayfaların ardında kalmış bir iz.
İşte, ben, o sessizliğin içinde ilk kez tamdım. Ne yanıyor ne sönüyordum. Ne ışık ne gölgeydim. Sadece ‘bendim’.
Sönmeden hemen önce, düşündüm: Yanmak, yalnızca yok olmak değilmiş. Yanmak, başkalarının gölgesine biraz sıcaklık bırakmakmış; ama daha da ötesi, kendi gölgenle barışıp, kendinin tam hâline kavuşmakmış. Kendine ışık tutan herkes, başkalarının da hayat yolunda destekçi olurmuş. Bu bir döngüymüş; erime yoluyla çoğalmanın, çoğalma yoluyla kalmanın döngüsü.
Kokum bir süre daha odada kaldı; sonra rüzgâr onu alıp başka bir pencereye savurdu. Birinin içindeki cesaretin kıvılcımı, başka bir evin salonunda bir mum yaktı.
Ben gittim. Ama ardımda bıraktığım o ışık kaldı; birinin elinde parlayan küçük bir alev, bir kitaptaki çarpıcı bir cümle, bir gece söylenen “iyi ki” oldu. Eksildikçe çoğalmak ne garip dengeymiş; ben yanarken, bir yerlerde dünya biraz daha aydınlanmıştı.
Ve bir yerde, uzak bir karanlıkta, bir başka mum aynı soruyla doğdu: “Sen niçin yanıyorsun?”
Belki o da bir gün cevap bulacaktı. Belki de gölgesiyle konuşup, tek parça olmanın sessizliğini tadacaktı.

Eylem Akdere, İngilizce Öğretmenliği mezunu ve Montessori eğitmeni. Ankara’da
kendi okulunu kurdu. Yazmak hayatında hep vardı; önce çocukları anlamanın ve onlara seslenmenin
yazmaktan geçtiğini anladı, sonra yetişkinlere yazarak duygularını sağaltmanın iyileştirici yanı ile tanıştı. Distopya Akademi’de aldığı eğitimler ve katıldığı atölyelerle öykücülüğünü derinleştiriyor. Çocuk edebiyatı çatısı altında bir öyküsü kolektif kitapta yer aldı. Hayatın her noktasında, kelimelerle yeni başlangıçlar arıyor.

