Gönül Yasemin Ölmez
Çukura denk gelen lastiğin sarsıntısıyla, açılmamakta direnen göz kapaklarımla birlikte başımı da kaldırdığımda, büyük kayrak taşlarla örülmüş duvar dibinde kalan iki ılgın ağacı, içimdeki yabancılaşma duygusunu durdurdu.
“Kaktüslere ne olmuş?” diye içimden söylenirken, Yusuf’un gözleri tanıdık birini arıyormuşçasına tarıyordu etrafı.
“Hangi köşeden dönüyoruz?” sorusu, aynı soruyu içeriyormuşçasına bakan gözlerimle buluştu.
“Sanki biraz gerilerde kaldı,” söylemim sadece onu rahatlatmış gibi dikiz aynasına baktı. İkimiz de buralıydık sonuçta. Ama ben, biraz daha bu taraflı, o, biraz daha öbür taraflıydık. Icığını, cıcığını bilmek gerekiyordu işte o zaman. Taraflı olmanın kanıtlarını sunmak…
Doğa ananın gazabına uğramış mirasçıların, iki büyük sitenin ortasında kalmış, yolun bitişiğindeki yamaçtan yukarıya doğru uzanan çeti tarlasında otlayan iki ineğe takılıyor gözüm. O zamanlar, o ineklerin kimin olduğuna kadar tanır, bilirdi buralarda herkes birbirini.
Tarlanın duvarını mı aşmış inek! Boynuna ip geçirildiği gibi, hop teşdamat damına. Adalet o biçim. Sınırlar en baştan belli. Kilitsiz diye kapıdan, bahçe duvarı yıkık diye üstünden atlayıp girilmezdi hemen içeri.
Bizim bir Tevfik amcamız vardı köyde. İki ineğinin mahsulü, hepi topu dört kilo çökelek peyniri, iki kilo tereyağı elinde, her cuma Yusuf’un tarafındaki pazar yerinde tezgâh kurardı. Nasıl çıkarsın kazandığı parayla teşdemada düşmüş ineğini? Bekçinin işi gücü yok, tüm gece inek mi bekleyecek! Tevfik amca gece saat on ikiyi vurduğunda, iki telle boğulmuş tahta gediği açıp, ne kadar inek varsa hepsini dışarı salmış elindeki körek sopasıyla, kıçlarını dürte dürte. Bir tek, Canavarın Salih’in ineğini bırakmış.
“Zengin pezevenk. Ödesin,” deyiverince kopmuştu herkes gülmekten. Bu ayrım başa takılan bir kaskete bakıyordu o zamanlar. Bağ, bahçe sömürmeye gelenlerin ilk uğrak yeri onun yanı.
“Kim bilir kaç kasket biriktirdi!” deyip, elinde tuttuğu, anasından kalma güve yeniği yün beresini başına geçirip anlatmaya devam etmişti.
“Terbiyesiz sarı karı. Utanmadan laf etti peynirime. Tadına bak ablacığım, tuz atmam ben içine, tazedir peynirim, dedim. Başladı koklamaya. Kokmuş bu yahu, demez mi bir de! Peynir değil kokan, senin… deyince de bağırmaz mı edepsiz! Zabıtalar, koşun gelin, sapık var…”
Peynirler tezgahta kalmış, Tevfik amca soluğu evde almış. Duymuştum. O öldükten sonra, ninesinden annesine, annesinden kendine; evlatsız olduğundan kardeşlerinin çocuklarına kalmış çeti örtük bu dağda, siteler kondurulmuş. Yağma Hasan’ın böreği gibi yiyormuş mirasçılar kiraları. Canavarın Salih, yeni kasketler almış. Öyle böyle kasketler değilmiş.
“Ekosenin dibi bu ağam, ‘Burberry,’ derken gençler, o da ‘Hayır yahu, Böörberi,’ diyormuş kasıla kasıla.
Onca ineğin yakarışını bir kere de çıkarıyormuş. Ne diyelim? Düz dünyacı arkadaş. Hesaplar mahşere kalsın, diyenlerden. Ruhlardan ninesi korkuttuğundan, adını almazmış ağzına.
Yusuf’un saatine baktığını fark etmem ile arabanın ön camına gitgide yaklaşan iki büyük kaktüsü de görünce, “Geldik, burada indirebilirsin bizi,” diyorum. Birinci tekil şahıs güvenilmez anlatıcı. Tereddütle baktığını görüyorum gözlerimin içine. Arka kapıyı açtığımda çocuklar kulaklarında kulaklık, telefona bakarak bekliyorlardı. Birer birer indiler aşağı. Gidip de dönmemek, dönüp de görmemek varmış misali bir kaç saatlik deniz kenarı keyfi için hazırladığım; içinde bir çadırı eksik, göçebe çantamı da koluma takıp, kapıyı kapatıp, “Görüşürüz,” der gibi zar zor kaldırıyorum elimi. Güvenilmez anlatıcı kimliğinden bir an evvel sıyrılmak gerek, her ne kadar bu onun bakış açısı olsa da.
Yürüyoruz hep birlikte bilinmeyene doğru. Küçüğüm telefonu kapatmış, “Neredeyiz anne?” derken, büyüğüm, soruyor.
“Nerede olduğumuz hakkında bir bilgin var mı?”
“Az kaldı,” diyorum.
İleride duran elektronik kapıyı, tanıdığım kaktüslerle bağdaştıramasam da bu yerin, o yer olduğuna dair hiç şüphe yok içimde. O dökülen dikenleri, az batmamıştı ayak tabanlarımın cesur parmak uçlarının en ince yerlerine. Benim gibi üç beş kişi daha olmuştur elbet bu dikenli yolu kullanan; kimisi dağa dönmüştür başını gökyüzüne dikip, kimisi de denizle kum arasında dalgaların habire sürüklediği deniz yıldızlarına hayat vermek için geçmiştir.
Duruyoruz elektronik kapının önünde.
“Rezervasyonunuz var mıydı?”
“Yok.”
“Giriş ücretli,” diyor. Sorgusuz kartı uzatırken soruyorum: “El mi değiştirdi burası?”
Soruma, soruyla dönüyor. “Kimin yerini aramıştınız?”
“Kendi yerimi arıyorum,” demek gelse de içimden, “Boş ver,” der gibi elimi sallayıp yürümeye devam ediyorum çocukları yanıma alıp.
Adamlar sınırlarını çizmek için ecrimisil adı altında, konu komşunun yürüyeceği yolu bile kiralamış. Benim cebimde dostluklar var. Emin adımlarla ilerliyorum. Denizi de gördüm yolun sonunda. İçim ferah.
Daha on adım atmışken, duvarla ikiye ayrılmış ikinci bir kapı önünden, naylonumsu mavi polo yaka tişörtün göğüs kısmında isminin olduğu yaka kartıyla bir genç atlıyor önümüze.
“Rezervasyonunuz var mıydı hanımefendi?”
Yarısı henüz belirmemiş “Yok” cevabıma, adisyonu açıyor hemen.
“Kişi başı iki bin lira şezlonglar. Çocuk diyemeyiz artık sizinkilere, onlar da aynı. Ön taraflar soft loft dairelerimizde kalanlar içindir. İkinci sıralarda dünden rezervasyonlu, bunun dışında istediğiniz yere oturabilirsiniz,” diyor.
“Hadi anne ya, oturalım işte şurada bir yere,” demesiyle büyüğüm -haklı çocuk, zamanımız dar- çantayı bırakıyorum önüme göre ilk, denize göre son taraftaki şezlonga. Çocuklar hemen soyunup koşarlarken denize, şöyle bir etrafa bakmamdan mütevellit, koşup gelen başka bir yaka rozetli beliriyor yanımda.
“Buyurun, bir şey mi isteyeceksiniz?” Sorusunu hızlıca, “Sade bir Türk kahvesi lütfen,” diye yanıtlarken, bir soru daha soruyor. “Su da ister misiniz yanına?” Başımı sallıyorum onay verircesine.
Denize çeviriyorum bakışlarımı. Çocuklar kulaç atıp atıp vardıkları yere gülüyorlar. Burada deniz, kara adaya elli kulaç kalıncaya kadar daima göbek boyu. Ama bir giz var, tam ortasında durdukları yerin az sağında, iki adım gerisinde. Yüzmeyi iyi biliyor oluşlarından içim rahat. Kendileri keşfetsin düşüncemi, yerimde kalarak koruyorum. Babam gibi bakıyorum, gözbebeklerimdeki endişeyi görmeleri için mesafe zaten bir hayli uzak.
Aklımı kurcalayıp duran loft kelimesi için çantadan telefonu çıkarıp arama motoruna giriyorum. Türkçe çevirisi; çatı katı imiş. Parmağımı kaydırıyorum aşağıya. Başka bir çeviri cümlesinde; pratik yaparak, topu yükseğe daha iyi atar hâle geldi, yazıyor.
Başımı kaldırdığımda çocuk, denizin içinde tüm gücüyle topu yukarı fırlatıyor. Yanındakiyle yarışıyor topa yeniden ulaşmak için. Gelen dalga kulaçlarını güçsüzleştiriyor. Bir nefeslik durmak ister gibi dikleşiyor. Başı görünmüyor suyun içinde. Tam yüzeye doğru çıkacakken görünmez bir el kuvvetle itiyor aşağı. Su gitgide bulanıklaşıyor ince kum taneleriyle karışıp. Nefesini kontrol etmeye çabaladığı, yüzeye düşen kabarcıklardan anlaşılıyor. Tam ayağa kalkmış, ona doğru koşacakken, başı suyun yüzeyinde avaz avaz bağırıyor: “Çok karanlık ve derindi.”
Elinde tuttuğu deniz yıldızını tekrar bırakıyor suyun içine.
Boğazımda yanık bir tuzlu su tadı. “Aferin sana,” diyorum. Tıpkı babam gibi.
Kahveyi yanıma getirip, bırakıyor mavi yakalı garson. Küçük pet şişedeki suyu da yanına bırakıyor, zemzem suyu edasında. Usulca aldığım bir yudum kahve, ağzımdaki tadı hiç değiştirmiyor. Kirpiklerimin arasından süzülen birkaç damla, dudaklarımı kavuruyor. Güneş en dik hâliyle vuruyor yüzüme.
Kızlarım koşarak gelip saçlarındaki suyu saçıyorlar üzerime. “Acıktık ama çok değil,” derlerken, büyük tek ayağının üzerinde zıplayarak kulağına kaçmış suyu attırmaya çabalıyor, küçük; kesik kesik öksürüp başucumdaki su şişesinden bir yudum alıp ağzını çalkalayıp tükürüyor. Birileri bizi dinliyormuş gibi garson koşarak geliyor. Duble bir adet patates kızartma, iki su da karar kılıyorlar. Az önce önümden geçen midyecide aklım kaldığından kendime bir şey söylemiyorum.
Patateslerin hızla önümüze bırakılması çocukları şaşırtsa da -hemen yanımızdan alınan yanlış siparişin, sistemdeki aksaklığı işletme kendi açısından giderilmiş gibi değerlendirirken- soğumuş bir patatese gönlüm razı gelmiyor. Üstelik içinden bir iki tane ağza atıldığına da şahit olmuşken.
“Soğumuş bunlar.”
Şaşkınlıkla bakıyor kızım “Uzatma istersen,” der gibi. Garson elinde tabakla bekliyor. Ben tekrarlıyorum: “Soğumuş bunlar.”
Garson, parmak arası terlikleriyle kumun içine bata çıka elinde tabak geri dönerken, kulaklığını çıkarmasını işaret ediyorum kızıma. Kısaca konuyu özetleyip işaret ve orta parmağımı gözlerime değdiriyorum. Elindeki telefonu işaret edip parmağımla bir daire çiziyorum kuma. Patatesin yenisi, sularıyla birlikte geliyor. “Ketçabı yana bırak, ortaya sık,” faslı da tamamlanınca yemeğe başlıyorlar. Bir sigara yakıp, soğumuş kahvemden bir yudum alırken aklım hâlâ midyecide, üç tur atan süt mısırcıya rağmen.
Tok gelini de acıktırır ya bu deniz, bilen bilir. Babanın, soğuk dursun diye denizin içine bıraktığı karpuz, annenin “keçi sütünden,” diye eline tutuşturduğu dondurma, aralıksız her yaz ailesiyle gelip kamp kuran Hollandalı ailenin oğlu Leo ile yenen ilk pizza, Sarsılmaz amcanın eşinin yaptığı sıcacık, fırından yeni çıkmış köy ekmeği.
“Midyeciiii!” sesiyle cüzdanı elime alıp kalkıyorum.
“Yirmi tane vereyim, hesap düz olsun abla.”
“On tane kâfi,” deyince yüzü düşüyor. “Hadi, beş daha ver,” deyince limonu daha düzgün sıkmaya başlıyor. Elinde bira şişesi, apak, kıvır kıvır, bir o kadar gür saçlı adama takılıyor gözüm. Yanına yürüyorum sorgusuzca.
“Sarsılmaz amca!”
Hatırlayamamışlıktan öte bir durum seziyorum göz bebeklerinde. Daha uzun bakıp başını sallıyor. “Bildim kızım, bildim.”
Bozmuyorum hiç. Uzaklardan geçip giden bir teknenin kıyıya bıraktığı dalgaları sorgulayan çocuğun sorusunu soruyorum: “Neden böyle oluyor?” diyorum, daha güçlü gelen dalgaya bakıp. “Dünya bu kadar. Gelir… geçer,” derken aynı cevabı duymak kalbime, onun elleri omzuma dokunuyor.
Geriye döndüğümde patatesler bitmiş, çocuklar denize koşuyor. Hesabı ödemek için kasaya yöneliyorum. Beni görmüş olmasını fark etmeme rağmen önce; duble patates, üç su, bir acı kahvenin bedeli olan altı bin liralık hesabı ödeyip sonra yanına yürüyorum.
“Hesaplar düzgün tutulunca dostluklar devam edermiş!”
Baba sözüm aklımda, onca yıl biriktirdiğim dostluklar cebimde, yanına gidip sarılıp, hâlini hatırını sorup Cemil efemin, “Yine gelirim,” sözümle uzaklaşıyorum.
Telefon çalıyor. Kumda yanan ayaklarımla zıplaya zıplaya yürürken, elimle kızlara “Gelin,” komutu verip telefonu açtığımda konuşmaya başlıyor Yusuf.
“Bıraktığım yere mi geliyorum, hani o büyük iki kaktüsün olduğu yere?”
“Yok, yok; biraz daha ilerisinde ılgın ağaçlarının olduğu bir köşe vardı, orada bekleriz,” diyorum.
Bir kolumda çanta, diğer elimde midye torbası, aklımda soğuk bir bira, yanımda çocuklar. Yürüyoruz ileri doğru.
“Var mıydı orada ılgın ağaçları?” Sorgulardan azade tutmak için kendimi sessiz kalıyorum. İçimde yön bulmaya çalışıyorum.

Gönül Yasemin Ölmez, Bodrum’da doğdu. Lise mezunu. Yirmi üç yıllık çalışma hayatında özel sektörde satış danışmanlığı ve mağaza müdürlüğü yaptı. Derin okuma ile başlayan kendini geliştirme eğitim yolculuğunu, mitoloji ve yaratıcı yazarlıkla halen devam ettiriyor. Bu süreçte iki kollektif kitapta öyküleri de yer alan Gönül Yasemin Ölmez, yazı yolculuğunu sürdüyor.

