Eda Büyükçapar
Bir Sonbahar Monoloğu
“Yanlış düşünebilirsin, yanlış anlayabilirsin, yanlış yapabilirsin ama yanlış hissedemezsin.”
Edith Wharton
Yaradan’ın tahtın lütfundan bahşettiği yaradan; ‘aşk tablosundan’ içeri sızan gönül ışığı, bir akşamüstü vitrayın renkli kenarlarından süzülüyordu. Gecenin duvarlarına vuran ışık tayfları, önce sessizdi. Sonra, haykırdılar. Kırmızı, sanki yıllar önce söylenmiş bir cümlenin utangaç yankısıydı; mavi, hiç yazılmamış bir mektubun içinde unutulmuş bir virgül… Sarıysa, bir zamanlar çocuk kalmış bir sevdanın gizli şarkısıydı.
Kristal kadehi eline aldı, içine gül yaprakları doldurdu, altına bir mum yaktı. Karanlık, tıpkı bir itiraf gibi duvarlarda kıvrıldı. Işığın titreyişiyle gölgeler birbirine karıştı; biri bir ressamın fırçasından, öteki bir kadının kalbinden sızmış gibiydi.
Bir mumun titrek nefesiyle duvarlara düşen gölgeler, önce ürkekti. Sonra birden, kristalize edilmiş tüm gül yaprakları gibi hayatımızın kırmızı tonlarına karıştılar. Süzülen renkli ışıklar duvara kırılgan bir tablo gibi yansırken, gölgeler sessizce geri çekilip yerini hayalin içinden geçen renklere bıraktı. Gecenin kıyısında mor bir ışık içeri sızıyor, kristal bir kadehteki gül yapraklarını ürpertiyordu.
Işığın içinden bir hikâye sızdı; öyle narin, öyle sessiz ama aynı zamanda bir bıçak kadar keskin.
“Yaranın içine sızan ışık,” dedi kendi kendine, “gölgeden dışarı vuran bir çığlık aslında.”
Bir zamanlar aşk bir tabloydu; ışıkla gölgenin flörtü. Şimdi ise karanlığın tavan arasında unutulmuş bir fırça. Alev, gülün damarlarını yalıyor gibi. Gölge duvarda büyüyor, bir kadının kalbinin izdüşümü gibi kıvrılıyor. Işığın her kırılışında bir iç sesi yankılanıyor.
“Bu gece kara, tıpkı sevda gibi,” dedi içinden. Ve hiçbir kara, bu kadar derin olmamıştı.
Duvarda titreyen yansımalar sanki bir ressamın ellerinden kaçıp sahneye düşen gölgelerdi. Yansımalar duvarda dans etmeye başladığında gece çoktan kara bir perdeye dönüşmüştü.
Işığın içinden geçerken kendi yankıma çarptım.
“Sahi,” diyor usulca, “Seni daha önce bir rüyada gördüm mü? Yoksa ben hep seni yazmak için mi doğdum?”
Rüyasında kendini bir meşe ağacına dönüşmüş buluyor kadın. Kökleri sabırdan, gövdesi kırgınlıktan, yaprakları yılların döküntüsünden yapılmış. Pelitler toprağa düşerken sincaplar koşuyor, o ise göğsündeki boşluğu dinliyor.
Her çıtırtı, bir hatıranın sesi. Her hatıra, biraz daha eksilmenin yankısı.
“Kolay mı sevdiğin insandan ayrı kalmak?”
Kolay mı, “yaraları şiirle sarmak?”
Hiç kolay değildi. Çünkü yalnızlık, göğüs kafesinde ağır bir taş gibiydi. Ve taş, her nefeste biraz daha büyüyordu. Hiçbir cevap yok. Kelimeler kendi yankılarında boğuluyordu. Çünkü bazı sorular, cevaplandığında anlamını yitirirler, iyi biliyordu.
Sonbahar, sahilde bir çınar yaprağını suya bıraktı. Dalga, onu bir ceylan gibi sürükledi. Kadın ürperdi:“Sanki kemiklerim sızlıyor,” dedi.
“Bir akrep zehir akıtmış gibi, hem de tekrar tekrar…”
Cevap gelmedi. Gölgeler konuşmaz, yalnızca daha da uzar. Bir ara gülümsedi, çünkü hatırladı: bir ressamın detaylara verdiği ışık kadar dikkatli sevmişti. Oysa artık o ışık, gölgeyle karışmıştı. Kontrastın kaderiydi bu: Işık, gölgesine muhtaçtı.
“Her ışık ve gölge,” dedi kendi kendine, “bir gün mutlaka karşılaşır.”
Ama bazıları birbirine ezelden aşinadır.
Mevsimler değişti. Boz bulanık bir bağ bozumu kaldı geriye. Yok sayılmak, karanlığın en derin biçimiydi. Bir kadın için en incitici sessizliktir bu.
Ve içimden bir ses, usulca ekledi: “Biz kadınlar güçlü olmak istemedik. Bizi güçlü olmaya mecbur bıraktılar.”
Nazlı bir çiçek olmak isterken… Bu cümle duvarda yankılandı, ışığın gölgesi bile eğildi.
“Sen beni,” dedim, “bir gül yaprağının üstündeki masal ülkesinde unuttun.” “Sonra da üfledin… kırmızı tonlarını dağıtarak. Benim damarlarımda gül kokusu kalırken, sen rüzgârın kayıtsızlığına sığındın. Gözyaşlarıma kan rengini sen verdin; gül ve diken kardeşliğinde büyüyen bir sevda bu.
Senin karanlığında kendi gölgemle yüzleştim. Gölgemi ışıklarla şekillendirdim.
Ben sonbahar yapraklarıydım, biliyor musun? Ve her ışık ile gölge, bir gün mutlaka karşılaşır. Kader budur: Kontrast kaderi belirler. Rüzgâr, kedilerin mırıltısını taşıyordu. Adam kedileri seviyordu, kadın onun sessizliğini.“Durugörüymüş bende,” dedi kadın gülerek, “Adımlarını hissediyorum.”
Sonra sustu. Çünkü artık o adımlar yerinde sayıyordu.
Bir kadının iç sesi, bazen bir kedinin mırıltısında gizlidir. Bir ressamın detaylara verdiği ışıkla sevdim seni. Gölgelerinin kıvrımlarına hayran oldum önce. Sonra o gölgeler, beni bir karanlık kuyuya çevirdi. Işık, gölgesiz olmazdı evet, ama bazı gölgeler, ışığı boğuyordu.
“Ben,” dedim kendi kendime, “ışığı hep detaylarda aradım.”
Ama senin gölgen detay değildi. Koca bir perdeydi. Sorgularım yoktu artık, yalnızca katman katman ışığın yorduğu bir sessizlik vardı. O savruluşun bu cümledeki duruşu bile zarifti. Ünlü ressam olsaydı, bu sahneyi kırmızıyla çizerdi: Bir kadının gövdesinden sızan ışık, bir adamın vicdanına çarpar, paramparça olurdu.
Aşk, bazen bir ressamın yanlış ışık ölçüsüdür. Yine de tabloya anlam veren o hatadır. Uzaklardan gelen bir şarkı sızdı pencereden içeri: Mikrofonun zarif metalinden süzülen ses…
Bir kadının dudak kenarında kıvrılan bir sızı… Bir alkışın tam ortasında, yalnız bir kadın…
“Sen bana yangın ol efendim, ben sana rüzgâr…”
Kadehi kaldırdım.
“Yangın da benim,” dedim “kül de.”
Şarkı bittiğinde, sesin değil, sessizliğin yankısı kalır. Gölge Senfonisi, sahi seni daha önce bir rüyada gördüm mü?
Yoksa ben hep seni yazmak için mi doğdum?”
Işık hızında gelen bir yankı var uzaklardan, içimden, senden. Ve ben, artık seni değil, kendi sesimi dinliyorum. Yalnızlık, bir merdiven boşluğu gibi yankılanıyor içimde.
“Ben sensizliğe adım adım küsüyordum,” diye fısıldıyorum artık kendi gölgeme.
“İnsan ışığına mı ağlar, yoksa alışkanlıklarının karanlığına mı?”
Bir ressamın detaylara verdiği ışıkla sevdim seni. Gölgelerinin kıvrımlarına hayran oldum önce. Sonra o gölgeler, beni bir karanlık kuyuya çevirdi. Işık, gölgesiz olmazdı evet ama bazı gölgeler, ışığı boğuyordu.
“Ben,” dedim kendi kendime, “ışığı hep detaylarda aradım.”
Ama senin gölgen detay değildi. Koca bir perdeydi.
Şimdi ışıkla gölge arasında bir sınırdayım. Bir Tanpınar cümlesinin kıyısında, bir Mario Levi sokağının loş kaldırımında, bir Oscar Wilde ironisinin tam ortasında.
“Erkekler bir kadını gerçekten anlayabilseydi,” dedi, “belki bu dünya biraz daha yaşanılır olurdu.” Ama anlamadılar. Yazdılar, fotoğrafladılar, andılar… Anlamadıkları için kadınlar nazlı bir çiçek olmaktan, demirden kalelere dönüştüler. Hiçbir kadın doğuştan güçlü değildi. Güç, bir savunma biçimiydi. Bir yara izi gibi.
Yalnızlık, yine ince uzun bir gölge gibi üzerime düştü. Hiç kimse ışığın yönünü sormaz ama herkes karanlığı suçlar. Işığa mı ağlıyordu insan, gölgesine mi?
Bilmiyorum…
Ama biliyorum: Işık karanlıktan doğar.
Ve karanlık olmadan ışığın anlamı olmaz.
Gölge ise… Her ikisinden de daha acımasız bir tanıktır.
Ama ışığın kaderi gölgeyle çarpışmaktı.
Ve biz çarpışmanın tam ortasında parçalandık.
“Biliyor musun,” dedim karanlığa: “Bir ışık gölgesine kavuşmadan da sönebilir.”
Zamanın çözülüşü gibi sesler de çözülüyor. Bir kapı sesi uzaktan yankılanıyor. Bir kedi miyavlıyor. Bir kahkaha değil, başkasına ait bir mutluluk sesi. O ses kadının gözlerine çarpıyor. Yüzünde ne öfke var, ne kırgınlık. Sadece içten içe kabaran bir kabullenişin kıvrımı.
Kadın (fısıltıyla): “Sen hep orada, ışığın dışında kaldın.
Ben hep burada, gölgemle baş başa.”
Kadın (iç ses): “Bir gün… bir gün belki… gölgemle barışacağım.”
Ufuk kararırken bir cümle beliriyor: “Aşk, ışığın gölgeye dokunmayı unuttuğu yerdir.”
Bazen insan, kendi gölgesinden daha büyük bir sessizlik taşır.”
“Bir kadının kırıldığı yer, bazen tarihin kırıldığı yerdir,” diye yazmıştı bir zamanlar bir şair. Sen beni bir gül yaprağının üzerinde unuttun. Rüzgâr estikçe kokusu senden bana, benden sana döndü. Ben senin gözyaşlarına kan rengini verdim; sen benim gölgemi kendine perde yaptın. Sen şarkılardan rol çaldın; ben o şarkıların dip notunda sessizce bekledim.
Biz kadınlar, acıyı bir gergef gibi işleriz. Gölge yanlarımızı toplar, mevsimin üzerine sereriz. Sonbahar yapraklarını avuçlarımızda ufalar, sesini dinleriz. Bir ses varsa içimizde, artık o ses ne sana ne bana aittir, sadece boşluğun yankısına.
Bu kırıkla yaşamak, bir heykeltıraşın çatlamış mermeri oyması gibi: Her darbe biraz daha şekillendiriyor içimi. Acı, bana geometrik bir zarafet öğretti.
Kelimeler artık yalnızca cümle değil, bir yara mimarisi.
Işığın kırıldığı yerde zaman katılaşıyor, kelimeler kristalleşiyor, insanlar birbirine yabancılaşıyor Cümlelerin havada asılı kaldığı oda da büyüyor. Gölge, duvara çarpıyor. Artık ışığa değil, kendi gölgeme bakıyorum. Ve anlıyorum: Gölge, yalnızca karanlık değildir; bazen gölge, insanın kendine tuttuğu dürüst bir aynadır.
“Bir ışığın gölgesi varsa, bir aşkın da suskunluğu vardır.”
Evet sevgilim, evrende sevgililer görünmeyen kırmızı ipliklerle birbirlerine bağlıdır. Bazen bu iplik kuanttan yapılır. Bazen bir müzik notasına saklanır. Kuantumun görünmeyen iplikleriyle birbirine bağlanmış iki ruh gibiydik; görünmeyen ama varlığı şiddetle hissedilen bir ışık hattı… Sen karanlığı çoğaltmayı seçtin. Ben ise ışığı taşımaktan ellerimi kanattım.
Farkındalık ışığı her zaman aydınlatmaz. Bazen bizi gölgemizle baş başa bırakır.
Gölgelerimiz maske takar. Biz karanlıkta boğuluruz.
Ta ki bir ses, bir iplikçik, bir şarkı kalbimizin telini titretene kadar.
Müzeyyen Senar’ın sesi gelir o an:
Yanıyor mu yeşil köşkün lambası yâr…
Hiç bitmiyor şu gönlümün kavgası yâr…
Işığın uzantısı: Boşluğun ağırlığının yankısı. İşte tam olarak bu… Işığın dozajı azalırsa, karanlık grileşir. Gri, gölgenin tiyatrosudur. Gölge, perdeyi kapatmadan önce son bir tirad verir.
“Ben senin ışığına gölge oldum, sen benim gölgemde kayboldun.”
Bana gönlünden ilk hediye ettiğin çiçek, kırmızının en savunmasız hâliydi; bir gelincikti. Ve sen usulca, neredeyse bir sır fısıldar gibi eklemiştin: “Çiçek koparmayı sevmem.”
Ve Gelincik…
Kırmızı ama kan değil. İnce ama narinlikten değil, zarafetinden. Kısa ömürlü ama bu dünyaya değdiği an, her şeyi kırmızıya boyar. Onunla birlikte zaman da kırmızıya dönüyor gibiydi; sanki bir ressam, göğün üzerine parmak ucuyla sevdayı çiziyordu.
Bir zamanlar bana hediye ettiğin çiçeğin kırmızısı, sadece bir ton değildi. O kırmızı, suskun bir kalbin içinde bir yanardağdı, patlamaya niyetli ama hep sabırlı. “Çiçek koparmayı sevmem” demiştin. Oysa ben biliyordum: bazı çiçekler kökünden değil, kalbinden koparılırdı.
Işık, o sırada camdan kırılarak geçiyor; gölgeler, duvarlara usulca katman katman düşüyordu. Çünkü bazı cümleler söylenmez; ışığın düştüğü yerden sezilir. Bazı cümleler yalnızca bir kez söylenir ama ömür boyu kalır içimizde. Bir aşk cümlesi değildi bu. Bir kalma yeminiydi. Kırmızının en kırılgan hâli, nazik ama keskin.
“Çiçek koparmayı sevmem,”
Cümlesi, bir adamın sesi değil de bir rüzgârın cam kenarından süzülmesi gibiydi. Kulağıma değdi, kalbimin içinde yankılandı. Koparmayı sevmem… Bu, “seni kaybetmek istemem”in sessiz, çiçeğe sinmiş bir tercümesiydi aslında. Bazen insanlar kalmak istediklerini yüksek sesle söylemez; bir çiçeğe sığınır, bir cümleye saklanır. O da tam olarak bunu yaptı. Beni bir kelimenin içine gizledi. Aslında sen, ‘Gitme’ demeyi bilmeyenlerdensin.”
Gölge oyunlarını öyle ustaca oynuyordun ki… Kendi gölgende kendini boğuyor, kendi ışığını karartıyordun. Bir Hacivat ile Karagöz oyunu gibiydi bu: Senin ışığın bana temas ettikçe, ben biraz daha saydamlaşıyor, sen biraz daha eksiliyordun.
Aşk, farkında olmadan karanlığın kendi gölgesine âşık olmasıydı belki de. Ve sen… Gölge oyunlarında ustalaşmış bir illüzyonisttin. Kendi gölgende kaybolurken ışığı suçladın. Her kaçışın bir bataklığa dönüşürken, aşkın senin için bir çıkış değil, içe doğru çöken bir tüneldi. Bilmiyordun; aşk, varmak değil, eriyerek çoğalmaktı. Yanmak değil, külün içinde yeniden ışık aramaktı.
“Aşk neden hep kırmızı olur?”
“Çünkü kırmızı, hem yangın hem kan; hem tutku hem acı.”
“Yani ışığın en cesur hali mi?”
“Hayır, ışığın en çaresiz hali. Çünkü gölge her zaman peşinde.”
“Neden çiçek koparmayı sevmiyorsun?”
“Çünkü kökünden ayrılan her şey biraz eksilir.”
“Ya insan?”
“İnsan da bir çiçektir bazen. Koparıldığı yerden değil, unutulduğu yerden solar.”
“Işık bazen uzaklardan gelir; ama en çok göz kapaklarının altına sızar.”
Sen gözlerini kapattığında bile o ışık, tam yanındaydı. Tıpkı Tanpınar’ın romanlarındaki bir şehrin kıvrılmış zamanları gibi… Tıpkı denizin üstünde gerili lambalar gibi… Tıpkı pullarıyla yakamozu yakan bir balık sürüsü gibi…
Kuantumun görünmeyen iplikleriyle birbirine bağlanmış iki ruh gibiydik; görünmeyen ama varlığı şiddetle hissedilen bir ışık hattı… Sen karanlığı çoğaltmayı seçtin. Ben ise ışığı taşımaktan ellerimi kanattım.
Cam tavanlara çarpan ışık, bir vicdan muhasebesi gibi parça parça kırılıyor, her parçadan bir yüz, bir bakış, bir sızı doğuyordu. O ışığın içinde dans eden hayaletler vardı: çocuklukların, susturulmuş cümlelerin, yarım kalmış şarkıların perileri…
Işık, gölgenin karşısında değil, içinde saklıdır; ve aşk, karanlıkla aydınlık arasında bir kuşatma oyununun adıdır.
O sabah, gün ışığı vitraydan süzülürken odanın duvarlarına renkli yankılar düştü.
Gölgeler, ışığın şiirini sessizce ezberliyordu. Kırmızı, mavi ve sarı bir tablo gibi dans ederken, karanlık bile renge dönüşüyordu. Işık camdan geçtikçe, gölge de kendi hikâyesini fısıldıyordu.
Her renk bir nefesti, her gölge bir suskunluk. Ve oda, bu sessiz karşılaşmanın tanığıydı.

Eda Büyükçapar, Yedi Güzel Adam’ın memleketi Kahramanmaraş’ta doğdu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Birçok dergi ve kolektif kitapta yazıları yayımlandı. Edebiyatı heyecan verici bir serüven olarak görüyor ve aynı heyecanla yazı yolculuğunu sürdürüyor.

