Gönül Yasemin Ölmez
İnsan, umudu olduğu sürece inanılmaz boyutlarda acı ve ıstıraba katlanabilir .
Karen Horney
Elektrikli ocağın üzerine; taşmasın diyerek aralık bıraktığım tencerenin kapağını örtüp, sıfıra gelinceye kadar bastım düğmeye. Eminin olmak için bekledim birkaç saniye ve tamamen söndü ışıklı gösterge. “Tatsız pişiyor bunda yemekler,” söylencem ile lavabonun içine bıraktığım çöp poşetini de elime alıp çıktım kapıdan.
Cebime elimi atıp sigaramı ve telefonumu içeride unuttuğumu fark ettiğimde anahtarında içeride kaldığını anladım. Çok da alışık değilim bu evlere. Kapıyı çekince dışarıda kalıveriyorsun öylece. Birden yemek kokuları dışarı çıksın düşüncesiyle sürgülü camı açık bıraktığımı anımsayınca rahatladım. Sürgüyü itip içeri girdim. Ayrılmaz can parçamı çakmakla birlikte cebime koydum. Telefonu da elime aldım. Kapıyı kilitleyip ana kapının üzerindeki anahtarı alıp tekrar çıktım dışarı. Hemen kapının karşısında duran çöp bidonuna attım poşeti. Yürümeye başladım. Her gün en az yarım saat yürümem gerek. Doktor tavsiyesi.
Aşağı doğru indikçe nerede olduğumu bilmek istercesine ardıma dönüp her bakışımda teker teker küçülüyor evler. Birine baktığımda diğerlerinin içini kurgulamam zor olmasa da içinde yaşamış olduklarım neden şimdi burada olduğum konusunda en belirleyici olanları.
Babaannemin Sandıma mimarili evindeki gibi ahşap tırabzanı da yok merdivenlerinin. Mimariye uygun olmadığı gerekçesiyle tutunmasız yapılmış. Arada bir sendeliyorum. Mevzu düşmekten korkmak değil.
Böyle hissettiğim zamanlar omuzlarımı silkeler, çocukluktan kalma bir şarkı da dolanır dilime. Üfler eski yaralarımın üzerine. Hiç görmediğim, babamın anlatmalara doyamadığı babaannemin sesi fısıldar kulaklarıma; “Gördün mü bak geçti gitti, bişeyciğin kalmadı evlat. Hadi dön sen oyununa.”
Elbisem robadan, tam üzerime göre biçilmiş; eteği düz. Ben yine de tutarım cılız parmaklarımla ucundan. Eteği uçuş uçuş havalanmasa da, ayaklarıma bakınca içim coşar. Babamın son hediyesi olan içi iplik dokulu yeşil çizmeler var ayağımda. İki ileri, bir geri, başlarım şarkıyı söylemeye.
Bana bir masal anlat baba,
içinde tüm oyunlarım,
kurtla kuzu olsun şekerle bal.
Anlatırken tut elimi,
uykuya dalıp gitsem bile,
bırakıp gitme sakın beni.
Tam köşeyi dönecekken “eksik söyledin,” diyerek başını uzatır köy imamının kızı Hadise. Duymamış gibi yapar devam ederim. “Lay, lay, lay… Boşlukları doldururum hemen.
Sıra oyunuma gelir. Adı sobe. Saklanmayan ebe. Birden fazla kişiyle oynanan bu oyun için esembil ağacına başımı koyup kapanıp, saymaya başladığımda, “bir, iki, üç…”, Hadise’nin çoktan gittiğini bilirim aslında daha ikiye gelmeden. Emin olmak için söylerim üçü. O; oyunda beni bulamayıp hep ebe kaldığından,- çünkü ben en kuytu yerleri iyi bilirim- oynamıyor artık benimle. Hızla eve koşar ablalarıma bakarım. Biri ayna önünde kendisiyle konuşurken, ondan bir yaş küçük olanı da sürekli ortalığı topluyordur. Ankara’daki okuluna gittikten sonra, tekrar geri dönünceye kadar evde her şey yerli yerinde dursun ister gibi.
“Çok güzel olmuş, hadi gel oynayalım” desem de ikna edemem.
Yalvarıp yakarmanın çare olmadığını öğrendiğim zamanlar.
Kendimden üç yaş büyük olanıyla bir gün öncesi kartpostal koleksiyonu yüzünden kavga ettiğimden bakmıyoruzdur birbirimizin yüzüne. Bu ilk direnişim de değildir ona. Neden bu kadar uzattığını anlamam. Annemin “Kardeşsiniz siz, paylaşın bitsin” sözlerine uymayan ben değildim. “Al hepsi senin olsun” deyip gitmek istediğimde; üstelik arkamı bile dönmüş yürümeye başlamış iken kolumdan tutup, kendine çevirip, suratıma attığı okkalı tokatın acısına dayanamayıp, başından çektiğim üç tel saçı avuçlarımda dışarı fırlarken, annem ardımdan bağırıyor.
“Büyüklere el kalkmaz demedim mi ben sana?”
O sadece büyüğüm değil, unvanı da vardı komşular tarafından verilen; Hanım. Ben, oyunumdan vazgeçip, ortanca ablama yardıma başladığımdan bu yana daha çok farkındayım olan bitenin. Elinde kitabı bahçenin en güneş gören köşesindeki kayanın üzerine oturup, okuyor durmadan Hanım. Adasıymış orası onun üstelik sadece ona aitmiş. Babam henüz mirasını bile ilan etmemişken.
Her şeyi geride bıraktığımı ispatlamak istercesine yanına gidip; “Ne okuyorsun?” soruma, “İşine bak, tavuklar aç geziyor görmüyor musun! Git yemlerini ver sen onlara” diyor hışımla sayfayı çevirip. Yaşar Kemal’in Kuşlar da Gitti idi kitabın adı. Ben de okudum, anneannemin el fenerinin ışığında geceleri. O, sınavı kazanıp evden gittikten sonra.
Yaslar giden için mi tutulur yoksa kalanlar kendisine mi tutar?
En çok da bunu düşünüyorum bu aralar. Gözlerimdeki örtüyü kaldırmak istercesine ovuşturuyorum iki elimle, bir basamak daha iniyorum aşağı.
Daimi oturduğum evimizin tadilatı bahane miydi buraya gelmek için, bilmiyorum. İçinde yaşarken de düzenleyebilirdim belki bazı şeyleri; alt kattaki pencereyi yıkıp, üst kattaki balkonu içeri alma takıntımdan vazgeçseydim. Kerem için durum farklı. İşyeri ile arasındaki mesafe uzadığından, aklına geleni sabah evden çıkarken sorduğu yetmezmiş gibi az önce telefon açıp yine “emin misin!” diye soruyor. Yolda canı sıkılıyor sanırım.
“Yıkılacak mı bu pencere? Son kararın mı?”
“Son kararım. Duvar köşesinden diğer köşeye kadar yıkılacak. Vursunlar balyozu. Sürgülü olacak yenisi, tek parça değil iki kanat olacak. Çerçeveyi ben seçmek istiyorum,” derken başım dönüyor bir an.
Yıllarca; perdesini sadece temizlik günlerinde açtığım bir pencereyi bir anda yıkıp büyütüyorum. Biliyorum, hemen önünde yine bir duvar olacak ama gökyüzünü görebileceğim düşüncesi içimi rahatlatıyor.
Birden gelen esintiyle kökleri yan bahçede olan çam ağacından bir kozalak düşüyor önüme. Çocukluğumun fıstık kozalakları. Eğilip elime alıyorum. Evirip çeviriyorum belki bir tane fıstık bulabilirim kanatlarının içinde niyetiyle. Kuşlar yemiş tabii ki hepsini bırakırlar mı hiç. Fıstığı yok diye atmayıp, cebime koyuyorum.
İki basamak daha inip şöyle bir bakınıyorum, bu sefer ardıma değil de sahile doğru. Yan binanın güvenliği volta atıyor bir ileri bir geri. Beni görünce elini yukarı kaldırıp merhabasını iletiyor. Sonra başlıyor dudakları oynamaya. Keratokonus hastalığı var gözlerimde; bir nevi açı kaybı. Ağzını görüyorum sadece, dudaklarını okuyabiliyorum.
“Tavuk eşelendikçe yerim dar dermiş. Görgüsüz. Her gelişinde ayrı evde.”
Başımı çeviriyorum daha fazla duymamak için. Kuyruk sokumumdan bir acı yükseliyor birden. Sonra ayaklarımda bir uyuşma. Kalçamda bir yılan dolanıyor, derimin altında hissediyorum oynaşmasını. Yavaşça bırakıyorum kendimi olduğum yere. Derin derin nefes alıyorum birkaç kez. Cebimdeki sigarayı almak isterken kozalağı düşürüyorum, yuvarlanıp gidiyor bir kaç basamak aşağı.
“Bırakmam, nasıl olsa ineceğim aşağı” derken bırakmak istediğim sigarayı yakıyorum.
“Nasıl olacak bu iş? Ne dedi doktor sana?”
“Ana değeriniz çok yüksek. Savunma mekanizmanız sizi koruyacağına size saldırıyor.”
Doktorun verdiği ilacı; uzay ve havacılık mezunu; sicio uzmanı, başka spiritüel alanlarda da analist olan bir dostumun tavsiyesi üzerine kullanmayıp, başka bir uzmanla görüştürülüyorum. Annemin üç nesil öncesini biliyor olmam konforuyla yapılan seanslar sonucu, önce on, on dört, on yedi yaşlarımda travma tespit edilirken, daha sonra yapılan seansta yedi, hatta bir de anne karnında tespit edilip, bir yıldır kullandığım bitkisel ilaçlar da sonuç vermeyince analistim; “Bu bir psişik enerji saldırısı, farkındalığını yükseltmen gerekiyor” diyor. Aramızdaki ilişki birbirine emek harcamış iki insan olarak bayram mesajlaşmasına dönüşüyor. Farkındalığımı yükseltip ilaçlarıma başlıyorum bu günlerde tekrar. Değerlerim git gide düzeliyor. Bir de zihnimi durdurmaya çalışıyorum olabildiğince.
Elimdeki telefondan bildirim sesleri geliyor. Unutuyorum bazen, bu hatırlatmalar şahane. Online katıldığım yeni derslerim var, ellili yaşlarımın en büyük hediyesi. Uzmanıma minnet borcum büyük. Beni bu derslere o getirdi. Orada isteyen konuşuyor, zorlama yok asla. Ben ağzım bağlı oturuyorum her zamanki köşemde. Biriktiriyorum içimde sözleri baskılıyorum sıkı sıkıya öncekilerin üzerine. Çekiyorum her tuvalette sifonu üzerine de, tıbbi olarak üç saatte yarısı boşalabilen bir ince bağırsağın onca yılın birikmişliğini dışarı atmaya ömrü yeter mi? Artık ne kadar olabilirse.
Arada bir dostlarımın buluşma isteğine, “ama bugün olmaz,” dediğimde gözlerini devirirlerken; “bensiz de yapabilirsiniz,” sözümü sıkı sıkıya tutuyor olmalarına da aldırmıyorum artık mesela.
Saniyede bir değişen yüzlere hiç mi hiç hayret etmiyorum. Sohbet ederken gözler telefona dönüyor bir anda mesela. Ne çok arayıp soranları var!..
“Hesaplı uçak bileti bakıyorum,” deyiveriyor nezaketsizliğine mazeret uydurur gibi. Tabii ki instagram yıkılıyor selfilerden. Emojiyle yaptığım yorumun altına “sen de gez biraz yahu” diye yazmış Hadise. Çocukluk arkadaşım işte, daima iyiliği ister, bilirim. Kapatıyorum telefonu.
Tam yine gözlerimi ovuşturmaya başlayacakken doktorun sözleri aklıma gelip, sigarayı iyice eziyorum ayaklarımın altında.
Ayağa kalkıp, üç basamak daha iniyorum. Eğilip kozalağı da yerden alıp cebime koyuyorum.
Evlerden en aşağıda olanına gelmişim bile. Geçen yaz, buraya gelmek çocukların fikriydi. İyot kokusu, martıların sesi, arada bir görünen sahil güvenlik botunun, tüm dengeyi alt üst edercesine sahile bıraktığı birkaç iri dalga istinat duvarlarına vursa da, üzerine bıraktığı ıslaklığı arada bir görünen güneş bile kurutabiliyor. Bana göre bu evin en büyük dezavantajı, hatta duygu durumu bozukluğuna bile vardıra bilecek, hemen yan tarafta olan, sözüm ona lüks restoranın dışarıya izinsiz bıraktığı çöp konteynerlerindan gelen kokular. Özel alana tecavüz ettiği yetmezmiş gibi, çöp bidonlarını her itişimde saygısızca getirip yine aynı yere bırakıyor. Olay çıkarmamı bekliyor belli ki. Kışın gelmesini bekliyorum.
Onun hemen üstündeki ev sağ duvara bitişik biraz kuytuda. Sert rüzgârlardan kademeden ötürü koruyor kendini. Burada hep içerideydim ama. Önümü görebilmem için sık sık üst kata gidip, dışarı çıkmam gerekti ki bu benim için güç çünkü mutfak alt katta. Ortalamayı tutturamıyorum.
Üçüncü olan sol çaprazda, denizi apaçık görebildiği gibi yanındaki ve altındaki binadan istifade ediyor. Burada durduğum zamanlar hava daima durgun. Ayrıca sesten korunaklı. Rutubet de vurmamış duvarlarına, ilk boyandığı gün gibi duruyor; lekesiz, bir o kadar parlak. Elimi uzatsam her sabah kuralı ihlal edip, ağlarını atıp denizde ne varsa yutup giden teknenin direğini alaşağı edebileceğim kadar da yakın. Sataşmadan öteye gidemeyeceğini bildiğimden susuyorum. Bu yüzden en yukarıda olan evi tercih edip kalıyorum. Tam sekiz ay, on gün. Gözümde küçülünce gönlüm de hafifliyor mu ya da perdeyi kapalı tutup sadece bir kâbus deyip mi geçiştiriyordum bilemem ama içim hep huzursuz bu zamansız savunmasız avlanmalara. Ne sağanak yağmur, ne delice esen lodos durdurabilir o tekneyi.
Ekmeğinin derdinde olan yapmaz bu hayâsızca adiliği, bilirim. Sonra o iskeleye yanaşır, alır balığı kucağına, bir eliyle başını diğer eliyle kuyruğunu tutup gövde gösterisini yapar. “Denizden çıktı bu taze, kanlı canlı” der utanmadan milyonluk evi kiralayan Masal hanıma bakıp.
“Misafirlerin önüne koyacağım akşama, beni madara etme. Deniz balığı değil mi bu?”
“Deniz tabii ki. Böyle çiftlik olur mu?”
Fiyatını pazarlıksız öder de midesinde kaç küçük balık olduğunu bilmez Masal Hanım. Coğrafya bilgisini tabii ki tenkit etmemek lazım. Ne de güzeldi dün geceki sohbetimiz? Her yıl Mevlana’nın Şebiarus törenlerine katılırlarmış eşiyle. İçtiğim şarap değil, sözler başımı döndürmüş.
“Altın ne oluyor. Can ne oluyor, inci, mercan da nedir bir sevgiye harcanmadıktan, bir sevgiliye feda edilmedikten sonra.”
Misafirleri özel helikopterle inmiş havaalanına; “Eee; bir deniz balığı yesinler artık değil mi canım!” diyor, marka terliklerine damlayan balık sularını fark edince, evinin hizmetlisi kızı çağırıp eline tutuşturuyor poşeti.
İki gün öncesi iki büyük lojistik arabası gönderip aldırmışlardı kalan eşyalarını. Bütün terlikleri bırakmışlar. Temizlik hizmetlisi kız soruyor, “Yazııık. Abla ne yapayım ben bu terlikleri, çok pahalı bunlar?”
“Sen bilirsin, ister kullan ister at.” Terliği ayağına geçirmiş.
“Mantar probleminden korkmuyorsan tabii ki!” dediğimi duymamıştı sanırım.
Evler ile denizi ayıran istinat duvarının üzerine oturuyorum. Teknenin direği burnumun dibinde, başımı çevirdiğimde.
“Arsız, vardiyayı ikiye çıkarmış.”
Hiç üşenmeyip sahil güvenliği arıyorum. Beş dakikayı bulmuyor iki hücum botun denizi döverek gelişi. Uyanık balıkçı tekneyle ters yöne yol alınca, sekiz aydır yukarıdan izlediğim batmış adanın üzerine vurduruyor kayığın altını.
“Etme bulma dünyası; her kuşun eti yenmez, bilmediğin sularda yüzülmez” derken, sahil güvenlik botu ipi atıp kayığı kurtarıyor. İkincisi de, adamı kayığından bota alıyor, üçü birlikte yola revan oluyorlar. Arkalarında dev dalgalar bırakarak.
Cebimde sigara paketini yoklarken, çocukların seslerini duyuyorum bir an. Sonra koşarak gelişlerini görüyorum. Karşımda durup bakıyorlar, burada böyle tek başıma ne yaptığıma bir cevap ister gibi. Kozalağı gösteriyorum, gülüşüyoruz.
“Biraz daha toplayıp yılbaşı için kapı süsleri yapacağım size” deyişim boşlukta kalıyor.
“Hadi anne ya, çok açım ben, yemekte ne var?” derken büyümüşüm, küçüğüm; “ben de boyamak isterim ben de” deyince içim rahatlıyor. Bir çikolatacı dükkânı açma isteği fikrimi şimdilik kendime sakladım.
Çocuklar koşarak evin yoluna giderken; “her şey güzel olacak be çocuk” diyorum elimdeki kozalağa bakıp. Ben de gidiyorum peşlerinden.

Gönül Yasemin Ölmez, Bodrum’da doğdu. Lise mezunu. Yirmi üç yıllık çalışma hayatında özel sektörde satış danışmanlığı ve mağaza müdürlüğü yaptı. Derin okuma ile başlayan kendini geliştirme eğitim yolculuğunu, mitoloji ve yaratıcı yazarlıkla halen devam ettiriyor. Bu süreçte iki kollektif kitapta öyküleri de yer alan Gönül Yasemin Ölmez, yazı yolculuğunu sürdüyor.