Eda Büyükçapar
Zaman, hafızanın göç eden tarafıdır.
Bazı insanlar dünyaya yalnızca ayak basmazlar; sanki başka bir zamandan, başka bir coğrafyadan ödünç alınmışlardır. Melahat, onlardan biriydi. Yaşamın içerisindeki puntosunu Mısır Piramitleri’nin gölgesine göre şekillendirmek isteyen, geçmişin taş hafızasında kendi hikâyesini arayan bir yolcuydu. Aile lakabının “Mısırlızade” oluşu tesadüf müydü, yoksa bir karma kaydı mıydı bilinmez ama, o geceleri Nil kıyısında düş görür, palmiye ağaçlarının yansımasıyla suda kıpırdayan gölgeleri seyrederdi.
Rüyalar, onun için yalnızca uykuya ait değildi. Bazen bir hatırlayış, bazen geçmiş bir yaşamın yeniden yankısıydı. “Zaman,” derdi Melahat, “hafızanın göç eden tarafıdır.”
Bir gün kalbini sevda uğurluğuna sardı. Ama sevda; gül bahçesinden geçmezdi her zaman, bazen garp diyarlarından esen Şaman sözlerinin rüzgarıydı onun payına düşen. Kam sesleri içini titretir, mevsimlerin ötesinden gelen bir ürpertiyle uyanırdı. Hem Melahat aşkı da kolay yaşamazdı. Onun için aşk, cam bir fanusta saklanan bir ışık gibiydi. Kırılgan, yansıtıcı ve sessiz… O ışık bazen içini aydınlatır, bazen de görünmeyen bir yerlerde dönenceleri yakardı.
Şamanlar… Kam sesleri… Ruhunun iç katmanlarına işleyen o kadim titreşimler…
Melahat geçmiş hayatlarının birinde ansızın patlayan bir göçte; evini, yurdunu, altınlarını, ama en çok da iç huzurunu geride bırakmıştı. Hatırlıyordu. Ayak bileklerinden çözülen yurt, toprağa gömülen hatıra… Köklenememek… Gittiği her yerde kalamamak, kaldığı her yerde biraz eksik hissetmek…
Şehirler değişiyor, insanlar değişiyor ama bazı duygular sabit kalıyordu. Karmanın gizli elleri, hep aynı hikâyeyi farklı yüzlerle yeniden yazdırıyordu. “Bu déjà vu değil,” diyordu iç sesi, “bu geçmişin tekrarı…”
Melahat, hayatı bir aziz gibi yaşar; alma-verme dengesini, bir kuyumcu terazisi hassasiyetinde tartardı. Ama bilirdi:
“Azizler, doymak bilmeyen günahkârlardır.”
Sultanahmet Meydanı onun için yalnızca bir tarih sayfası değil, ruhunun ley hatlarından müteşekkil pusulasıydı.Melahat için kökler bazen Ayasofya’nın taşlarında gizliydi. Her doğum gününde oraya gider, pembemsi taşlara uzun uzun bakardı.
Ayasofya’nın zamanla solan pembesiyle kendi yaş almışlığını tartar, her yıl göz ucuyla kubbeye bakarak geçen zamanı ölçerdi.
Her yaş, biraz daha geçmişe benziyor, derdi kendi kendine. Çünkü kimlik dediğimiz şey, zamanla bulanıklaşan bir fotoğraf karesi gibiydi. Giderek silinir, ama izi kalırdı…
Sultanahmet’in serin taşlarında yürürken, ezanla karışan martı seslerinde, geçmişin izlerini arardı. Belki de en çok o zamanlar hissederdi aitlik duygusunu. Kalabalığın içinde tek başına yürüyen herkes gibi…
Kubbelerin altında serili tasvirlere bakarken, gökyüzünün sessizliğine gizlenmiş sorular canlanırdı içinde. Ayasofya’nın taşları, sessiz tanıklıklarla örülmüştü. Ne çok göç, ne çok kök bırakmıştı ardında…
Bir gün, en sevdiği arkadaşının oğlu Deniz’i Ayasofya’yla tanıştırmak istedi.
Deniz’in yüzünde Küçük Prens’in yumuşak hatlarını görmüştü. O da tıpkı o karakter gibi, “Gülü senin için değerli kılan, onun için harcadığın zamandır,” cümlesinin hakkını verircesine yaşayan nadir bir ruhtu. Numerolojide yediyi taşıyordu; henüz on yaşındaydı ama kuantum hakkında verdiği bilgilerle sizi zamanın ötesine taşıyor, önünde ceketimizin düğmelerini ilikletiyordu… Üstelik bir kedi severdi, onlara hükmedebiliyordu. Tam bir sanatçı edasıyla adeta müziği ve estetiği fotoğraflıyordu. Sanki zamanla arasındaki mesafe yoktu. İnsanın içine bakabiliyordu. Annesi doğumu esnasında; yeryüzüne, sevgi frekansını yaymasını dilemişti Tanrı’dan. Ve bu dilek peri masallarından çıkarak yavaş yavaş gerçeklik kazanıyordu… Deniz, öyle saftı ki kubbe kemerlerinde süzülen altı kanatlı Serafim meleklerinin tasvirinden ürkmüştü. Bu korku, duru görü taşıyan bir ruhun diliydi ve bir yetişkinin kaç kitapta bulamayacağı türden bir bilgelikti. Altı kanatlı melek figürleri ona fazla güçlü, fazla yabancı gelmişti. Melahat o anda bir çocuğun bu kadar berrak kalbinden utandı. O geleceğin üstad bilinciydi. “Her ruh bir hikâye taşır,” demişti masalcılar, “bazı ruhlar ise bir kitaplık.”
Melahat için kökler, bazen bir müzikte, bazen bir çeşmenin suyunda, bazen de Ayasofya’nın taşlarında gizliydi. İstanbul’da Sahaflar Çeşmesi’nden bir yudum su içtiğinde, kelimelerin ab-ı hayatını içmiş gibi hissederdi. Yazı, onun için yalnızca bir ifade biçimi değil, bir varoluş mücadelesiydi.
Bazen her göç, biraz da insanın içindeki kendinden uzaklaşmasıydı. Bazı ikilemeler ona sık sık uğrardı. “Kaç kaçta” mesela… Duyduğunda ürperirdi. Düşman askerinden kaçarken söylenmişti bir zamanlar. Bir annenin evladını yolda unuttuğu anda, bir babanın köksüzlüğü heybesine yükleyip kaçtığı anda… O iki kelime, tek başına bir ikileme değil, acı bir kader cümlesiydi.
Her göç bir şey bırakırdı geride: bir isim, bir şarkı, bir koku. Ve her köklenme çabası, biraz da o bırakılanı hatırlamak içindi.
Şairin hikâyesi ise, hepimizin iç sesinden bir parça taşıyor, günden güne soluyordu…
Ve belki de hakikat şurada saklanıyordu:
İnsan, en çok aşktan geçerken gurbetin köksüzlüğünde göçebedir.
“Yürümeye devam et, yol insanı terbiye eder.”
Yolculuk bitmezdi. Ne de olsa insan bir yere değil, kendine dönerdi.
Ve insan en nihayetinde:
“Anladım ki bütün bu yolculuk, kendimden kendime imiş.” derdi.
Ve her göç bir şiirdi aslında hafızadan kotarılıp yazılamamış, eksik bırakılmış. Bazen sükut, ulaşılmayanın terbiye edişiyle şekillenen bir iç monolog gibi durgun sulardan yansır.
“Özlem, sesini bulamayan bir şarkının yankısıdır.”
Hicran, ney sesi bir niran…
Sevgili, o uykudan uyan!
Her Eylül biraz daha yalnızlaştırırdı insanı. Her yaprak bir anı gibi düşerken, bazı düşler toprağa değil, yüreğe gömülürdü. Zamanla her şey solgunlaşırdı çünkü. Ve kalan yalnızca içimizde süzülen boşluktu.
Her göç biraz içe doğrudur. Her kök, aslında bir hatıranın başka bir zamana tutunmuş halidir.
Göç, sadece bir yerden başka bir yere gitmek değildir. Bazen bir insandan gitmektir. Bazen çocukluktan, bazen bir yaralanıştan, bazen gün batımından. Derin bir mahrumiyetten… En çok da kendinden… Gölgenden…
Köklerimiz ne kadar derinde olursa olsun, rüzgâr bazen hepimizi bir meçhule savurur. Ve biz, göçle büyürüz. Göçle eksilir, göçle çoğalırız. Kökler, geçmişin fısıltısıysa; göçler de geleceğin yankısıdır.
Ve Melahat’in hikâyesi, aslında hepimizin. Çünkü insan en çok kendinden göçerken büyür. Kök salmaya çalışırken, en çok da yersizliğini öğrenir. Ayasofya, belki de tam da bu yüzden hâlâ ayakta: Yüzlerce göçün tanığı, binlerce kökün suskun mirasçısıdır.
Bizse hâlâ… dinlemeye çalışıyoruz.
Köklerin fısıltısını, göçlerin yankısını.

Eda Büyükçapar, Yedi Güzel Adam’ın memleketi Kahramanmaraş’ta doğdu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Birçok dergi ve kolektif kitapta yazıları yayımlandı. Edebiyatı heyecan verici bir serüven olarak görüyor ve aynı heyecanla yazı yolculuğunu sürdürüyor.

