Eda Büyükçapar
Usulca yaklaştı. Hâli, zamanın kırılgan omzuna yaslanmış gibiydi. Sesi ise, şiirle susmuş bir göğün fısıltısı kadar inceydi.
“Bana bir kitap tavsiye eder misiniz?”
Kitapçıda, kalabalığın içinden nazikçe ayrılan bir hanımefendi; içinde bir portenin sessizliğini taşıyordu. Her kelimesi, susturulmuş bir melodinin yankısıydı.
Bir adım geri çekildim. Kelimeler, kalbimin raflarında telaşla birbirine çarptı. Aklımdan geçen ilk cümle, bir iç ritmin kırılgan vuruşu oldu.
Aşk kitabını önerirdim… Ama yutkundum. Çünkü; sevgiliyi okumak icap ettiğini nasıl söyleyeceğimi bilemedim. Ve o kitap, henüz okunmamış bir ten gibi sadece yaşanırdı.
Onu nasıl paylaşırdım?
Harflerle eksiltilemeyecek bir hâli, nasıl sunardım?
Dahası o kitap, öyle herhangi bir rafta bulunamazdı. O kitap, yazılmadan yaşanmalıydı. O kitabın kendisi bir tek sevgilinin bakışında okunmalıydı.
Ve onu kimseyle paylaşmak…
Sanki çok sesli bir eserin ortasına yanlış bir enstrümanla dalmak gibiydi: Gereksiz, hoyrat, yersizdi…
Kelimelerimi ararken, gözlerim yüzünde dolandı. Ve o anda, bir kadının kalbindeki suskun enkazı görür gibi oldum. Belki de çoktan yıkılmıştı, ama hâlâ zarafetle ayaktaydı.
“Elbette,” dedim. “Sizin için nasıl bir öneri uygun olur?”
Ve o, tüy gibi hafif bir iç çekişle, ama içini bir ömür susturmuşların tonuyla yanıtladı.
“Büyülenmek istiyorum. Sadece… büyülenmek.”
Bu bir kadının değil, bir melodinin dile gelişiydi. Onun aradığı kitap değil; bir rezonanstı. Birinin içinde titreşmek, tek bir akorla bütün bir yaşamı devirmek istiyordu. Bir insanın değil, bir bestenin içine doğmak…
Dünya durdu.
Raflar, sayfalar, yazar adları bir bir sıralandı içim sıra. Bir kadının büyülenme arzusu kadar çıplak, bir kalbin yeniden inanmak istemesi kadar kırılgandı o an.
Oysa kimse bilmez: Büyü, kitapların içinde değil… Bazen bir bakışta, bazen bir vedada, bazen de adı konmamış bir suskunlukta saklıdır.
Bir aşk bazen, hiç yaşanmamış gibi yıkılır; ama içimizde, bir imparatorluk gibi kalır.
Varoluşun en büyük sancısı aşk yıkımlarında saklıdır. Gönül evi kendi içerisinde bir medeniyettir. Yeniden inşaasında incelikli bir tavır galip gelir…
Sevgili diye diye belki de sadece körlemesine bir aşktır yaşadığımız…
Gözleri açıkken bile göremediğimiz ama kalbiyle duvara çarpa çarpa inşa ettiğimiz.
Bir aşkın yıkımı, sadece bir aşkın yıkımı değildir. Kendinin de bir kısmını orada bırakırsın. İçindeki en müstesna bölmeyi… En korunaklı yerini… En kadim sesini. O ses artık sana ait değildir. Onu orada bırakırsın. Ve sonra hayatına devam edersin. Ama eksik bir sesle. Kadın, içindeki karanlığa bakmayı öğrendiğinde suskunluğu bile bir şiire dönüşür.
Ve aşk,
Varoluşun en büyük sancısıdır.
En çok da onun yıkımında,
insan kendini bulur.Çünkü kalp,
En doğru ritmini ,
Kırıldığında öğrenir.Tanıdığın bir kadın var;
suskunluğu bile yankı yapıyor.
Yabancılaştığın sessizliğin içindeki sıcak bir kesik gibi.
Demli ve nemli…Ve kadın her daim çay gibi,
en çok demliyken yalnız kalıyor.Dost, hal diliyle der:
“içimizdeki boşluk, çay gibi suskun”.
Buğulu, baygın ve durgun.
Vurgun üstüne vurgun…
Aşk, bazen fazla güzel başlar çünkü sonrası için kefaret ister. Kadın, bu durumda da tükenmenin en zarif halidir. Kırılganlığı bir aksesuar gibi taşır boynunda, gücünü içeri çekerek yaşamaya alışır.
Aşkın halden başka dili yoktur, bir hayalete yazılmış mektup gibidir.
Ve sen, bu mektubu hiç açılmayacak bir çekmeceye koyarsın.
“Göğsünde ağır bir kelebek,
İçinde kırık çekmeceler”
Ama umut vardır. Kırık dökük bakışlarda, suskun dillerde…
bir “var olma iradesi” saklıdır.
Sen seçiyorsun. Kalbini sustura sustura.
Bu sızı usta bir ustura…
Geçiyorsun, kalamıyorsun. Suskunluğumun on dokuzuncu günü. Zaman, artık takvimle değil, içimde susan cümlelerin sayısıyla ölçülüyor…
Yalnızlık ormanında,
Güneşin yolu kesilmiş gibi…
Yaprakların gümüş haleleri, gölgede kalmanın zarafetini mimler.
O zarafet…
Bir aşkın külleri üzerinde yeninden dirilen nazlı bir çiçek gibi.
Ama sen…
Aşkın gölgesiyle mürekkep gibi siyah.
Işıksız bir dansın içinde kendi adımlarınla mağlup ediliyorsun.
Ve ben, bu gölge içinde,
kendi mahzenimin kapısını açamadan bekliyorum;
Her odada, ağır bir sis, donmuş bir ses.
Sevgiliden keskin bıçak gibi bir cümle:
Rüzgar es…
Vedalar bir yığın kristal gibi kırılırken; kadın, henüz doğmamış bir çocuğun sessiz bekleyişi gibi suskunluğa nefes.
Aşk, aklı başında insanları rezil eden, gerçeküstü bir ihtişamdır. Ve sevilmemek değil, bunu kabullenememek en büyük acıdır.
Kadınsın.
Göğsünde bir kelebek değil artık,
uğultulu bir çekmece var.
Her açtığında bir şey eksiliyor içinden.
Kim bilir hangi eski mektubun,
hangi “sen nasılsın”ın ceremesini çekiyorsun?
Dilin kırk kez susar;
bütün kelimeler birer silüet olur.
sessizlik artık bir dil halini alır.
İçinde kırk odalı bir düş kırıklığı var.
Odaların anahtarları ondaydı,
Soyutlanmanın sarayları kendi aynalarının sırlarını içinde saklardı.
Sen bir düş kadar naif bir bellekten süzülürken,
sözüm ona bir yalnızlığın senfonisinde arp sesleri birbirine karışırdı.
Sesin hafızamdan silinmiyor.
Ama ses gitmese de kırılıyor.
Senin yaşadığın şey:
Kadın olmakla, sevilmemek arasında kurulmuş bir cümle.
Yüklem yerinde “kabullenemedin” duruyor.
Söyleyemiyor kimse.
Ama herkes biliyor.
Bir film başlıyor içinde her gece,
aynı sahneye uyanıyorsun sabahları:
Sen sevilmedin.
Ama sevmek, sevilmemekten daha ağırdı.
Kendini doğuramayan kadına
hayat da annelik yapmazmış, öğrendin…
Geceler ki kalın, ağlayışları ince bir senfoni.
Sen susarken bile gök katman katman iniyor üzerine.
Bu bir yıkım değil.
Bu, sabrın içinden geçen bir bekleyiş.Kadın, şimdi daha da yalnız.
Ama artık daha da haklı.Aşk, en kutsal harfin içinden
yankısız geçip gitti.
Bir rüzgârın önünde savrulan yapraklar gibi.Ve aşkın nice dize getiren dizeleri,
Bir aynada kırık ışıklar gibi yansıdı.Aşk, bir sarsıntıdır;
kırılmaz sandığın bütün tabular sallanır.Kadın kendini tanımaya başlar:
“Nerede susuyorum?”
susmaya devam ettiği her nokta,
başka bir mahremiyet sunar ona.
Çünkü bazen yüzleşemediği ayrılık bir suskunluğun en yüksek çığlığıdır. Bembeyaz güvercinlerin kanatlanamadığı…
Gecenin en koyu saatinde,
gerçeğin örtüsü kalkar;
kadın yalnızlığın dibine vurur,
çırpınırken daha da kırılır.
İçimizde kırk odalı bir ev gibi
Gücenmeler, hayal kırıklıkları yankılanır.
Birçok kadın, mahrem sırrını yalnızlığın sessizliğine teslim eder:
Anlayışın silüeti uzaklaşırken,
Yabancılaşmanın hüznü kol gezer gönüllerde.
Kör bir kuyu.
Ne dile gelirdi ne duyulurdu.
Göğsünde bir kelebeğin çağrısı var;
ağır, zarif ve öfkesiyle çırpınıyor.
Saflığı hüzünle yoğrulmuş,
her kanadı başka renkte bir gölgeyi saklıyor.
Ve işte, kadın gece kuyusuna su taşıyor hâlâ
yarayı bertaraf eder gibi,
sabırla, sessizce…
Bir şarkı gibi söyleniyor kendi karanlığında.
Kadın, içindeki karanlığa bakmayı öğrendiğinde suskunluğu bile bir şiire dönüşür.
Anmazsın adını o vefasızın,
rüyalarında sesini duyar da irkilirsin ansızın.
Haykırırsın:
“Ben anahtarımı senin kör kuyularında kaybettim.
Fermanının yankısında boğulmuş,
körlemesine bir labirenttim…”

Eda Büyükçapar, Yedi Güzel Adam’ın memleketi Kahramanmaraş’ta doğdu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Birçok dergi ve kolektif kitapta yazıları yayımlandı. Edebiyatı heyecan verici bir serüven olarak görüyor ve aynı heyecanla yazı yolculuğunu sürdürüyor.

