GÖZLERİ TAMAMEN KAPALI MI? AÇIK MI?
Nilgün Karataş
Bir sinema dâhisi olan Stanley Kubrick’in orijinal adı ‘Eyes Wide Shut’ olan son filmi ‘Gözleri Tamamen Kapalı’ gösterime girdiği 1999 yılından bu yana tartışılıyor. Gördüklerimiz kadar alt metinleriyle de farklı çözümlemelere imkan veren film üzerine, türlü türlü okumalar yapmak mümkün. Aşk, evlilik, cinsellik, sadakat, rüyalar, fanteziler derken yönetmenin kırmızı ve mavi sert geçişleri arasında epeyce yer tutan erotik ritüeller, takipler, tehditler, cinayetler, Illuminati gibi gizli cemaatlere atıf olarak yorumlanıyor. Hele de Kubrick’in filmin gösteriminden birkaç gün sonra ölmesi komplo teorilerini hala güçlü tutuyor.
Bunların hepsini irdelemek, filmin her bir karesini tek tek çözümlemek mümkün. Ancak, bu yazıyı Kubrick’in sinemaseverlere bıraktığı onca hazine arasından seçtiğim gizli bir mücevhere ayırmak istiyorum: Alice.

Alice; Eyes Wide Shut filminin ana karakteri Dr. Bill Harford’un karısı. Küçük Helena’nın annesi. Çalıştığı sanat galerisi battığı için evde oturan bir kadın. Kocasıyla birlikte kendi cennetinde sakin bir yaşam sürüyor. Ona ilişkin ilk algımız bunlar, bir de güzelliği. Konu zaten Bill’in üzerinden ilerliyor, nihayetinde filmde bir erkeğin duygusal tepkileri yüzünden başına gelenleri izliyoruz.
Çok mu basite indirgedim?
Evet. Çünkü gözlerimiz henüz tamamen kapalı.
Aslında işler hiç de öyle ilerlemiyor. Kubrick, Alice’in bu filmin tetikleyici karakteri olduğunu bize çok güzel gösteriyor. Bu nedenle film karakteri kadınlar üzerine yazdığım bu serinin ikincisi üzerine konuşurken, sevgili yönetmenim Sayım Çınar, Eyes Wide Shut’ın Alice’sini önerince; ne neden diye sordum ne de farklı bir alternatif sundum. Alice çok uzun zamandır üzerine yazmak, konuşmak istediğim bir karakterdi ve ona ilişkin farklı bir tezim vardı.
İşte o tezim: Alice Harford, Stanley Kubrick’in modern zaman ‘Havva’sıdır.
Havva; bizi cennetten kovduran ama uyandıran kadın. Alice de bu film de kapalı gözlerimizi açan karakter.
İddiamı ispatlamak için öncelikle ilk ve son karelere dikkatinizi çekerim: Film Alice ile başlıyor, Alice ile bitiyor.
Çünkü Alice, her şeyi başlatan kadın.
Çünkü Alice, her şeyi sonlandıran kadın.
Açılış sahnesinde güzel çıplak vücuduyla sırtından görüyoruz Alice’i, bitiş sahnesinde gözlüklerinin ardındaki bakışları kalıyor aklımızda.
Sırf bu iki sahne bile Kubrick’in, cennetten çırılçıplak kovulan Alice’in bilgeliği ile hepimizi uyandırmaya çalıştığını göstermiyor mu?
Aslında Alice film boyunca, karşımıza çok fazla çıkmıyor, biz Bill’in gözlerinden takip ediyoruz her şeyi. Ama en güçlü, en sarsıcı, akışı belirleyen diyalogların Alice’in olduğu sahnelerde yer alması Kubrick’in bu karaktere çok büyük anlamlar yüklediğinin göstergesi değil mi?
Filmin konusunu hatırlayacak olursak; Harford’lar New York’ta yaşayan hali vakti yerinde bir çift. Sahneler boyunca gördüğümüz süslü çam ağaçlarından Noel zamanında olduğumuzu anladığımız filmde, her şey Bill’in zengin hastalarından Victor Ziegler’in (Sydney Pollack) düzenlediği baloya katılmasıyla başlıyor. Balo sırasında Bill, iki güzel manken tarafından baştan çıkarılmaya çalışılırken Alice burada ‘Şeytan’ ile tanışıyor. Olgun ve çekici bir adam Sandor Szavost’un (Sky du Mont) Alice ile dans ettikleri süre boyunca ettikleri flörtöz sohbet, daha doğrusu Szavost’un Alice’in zihnine ektiği tohumlar, filmin ne en önemli sahnelerinden birini oluşturuyor. Szavost evli olduğunu söyleyen Alice’e, Ovid’in dizelerinden Oscar Wilde’ın cümlelerine kadar kafasını karıştıracak sözler fısıldıyor. Her biri aşk, evlilik, sadakat üzerine…
Gecenin sonunda çiftimiz sağ salim evlerine dönerken (film boyunca fiziki bir aldatma asla olmuyor), o bir şeylerin tetiklendiğini birkaç gün sonra Alice’in başlattığı sohbetten anlıyoruz. Bill’in verdiği yanıtlardan memnun kalmayan Alice, belki de kendisini kıskanmayacak kadar güvendiğini söyleyen kocasını kışkırtmak için, ona bir deniz subayından söz ediyor. Hayatlarında bir kez rast geldikleri bu subay Alice’e sadece bir kez bakmıştır.
Sadece bir bakış!
Bir bakıştan ne olabilir ki?
Çok şey olabiliyor. Alice’in kurduğu cümle o bir bakışın anlamını başka yerlere taşıyor: “Ama yine de onca zaman, o adam aklımdan çıkmadı. O an beni isteseydi -bir geceliğine bile olsa- her şeyi feda etmeye hazırdım. Seni, Helena’yı ve tüm geleceği. Her şeyi.”
Öyle bir subay var mıdır gerçekten? Alice böyle bir olay yaşamış mıdır? Film boyunca Bill’in kurduğu siyah beyaz düşler dışında bunun olup olmadığını asla öğrenemiyoruz.
‘Gerçek’ ya da ‘sahte’ bu itiraf, Kubrick’in Havva’sının Adem’e sunduğu bir ‘elma’dan başka ne ki?
Bu aşamadan sonra film, Adem ve Havva mitindeki bilgi, yasak, arzu ve uyanış temalarını öyle güzel işliyor ki… Kubrick, modern bir Adem ile Havva miti yazıyor yeniden.
Alice karakterinin Havva ile benzer bir rol üstlendiğini düşündüğünüzde, onun da bilgiyi sunan ve hayatı farklı bir boyuta taşıyan kişi olduğunu göreceksiniz. Alice de tıpkı Havva gibi, bir uyanışın ve daha derin bir gerçeklikle yüzleşmenin temsilcisi.
Film bittiğinde anlıyoruz ki ‘Cennet Bahçesi’ndeki masumiyetin ötesine çoktan geçmişiz; artık özgür irademizle seçim yapabiliriz! Bilgi ağır bir yük, uyanışın bedeli ağır. Olsun, kimsenin gözleri tamamen kapalı değil ya. Cennetten kovulmak sadece bir ceza değil ki aynı zamanda yeni bir başlangıç. Şeytanlar hiçbir zaman peşimizi bırakmayacak olsa bile…
Filmin sonundaki diyaloglara da kulak verin lütfen. Bill, “Hiçbir rüya, asla sadece bir rüya değildir” derken, Alice bize asıl sırrı veriyor:
“Önemli olan artık uyanmış olmamız.”


