İlk öykü kitabı “Kül” ile edebiyat severlere merhaba diyen Yasemin Corcor Şenbayram, birbirleri ile hem bağlantılı hem de bağımsız okunabilen öyküleriyle okura sesleniyor. Yasemin Corcor Şenbayram ile karakterlerin iç dünyasını ve duygularını etkileyici bir şekilde aktardığı kitabı üzerine konuştuk. Yazar, ‘yıllar önce çıkan bir yangından savrulan küller’in nasıl bir kitaba dönüştüğünü Suare Dergi okurları için anlattı.
BETÜL ÇAKIROĞLU
Yasemin Corcor Şenbayram ile ilk öykü kitabı Kül’ü konuşacağım. Kendisi edebiyat yollarında karşılaştığım değerli bir yazar. Bu kitabının sürecini, macerasını onun ağzından dinlemek ve sizlerle paylaşmak istedim. Kül’ün bendeki etkilerini de belki başka bir yazı da yazarım diye düşünüyorum. Sadece şu kadar söylemek isterim ki beni çok etkileyen bir öykü kitabı oldu.
Şimdi sorular ve cevaplar zamanı…
- İsim ile başlamak istiyorum. Öykülerden mi bu isim yükseldi, yoksa isimden mi öyküler doğdu? Süreç nasıldı?
İsimden öyküler doğmadı. Aslında yazılırken isim başkaydı ve belki de sadece isim üzerine yazıldı. ‘Gelmeyen zamanın hikâyesi’ dedim ben hep yazarken. Ama dosya ortaya çıktığında artık bu ismin misyonunu tamamladığı hissine kapıldım ve editörüm Ayfer Alper’le arayışa girdik. Sonradan bir isim koymak da kolay değilmiş onu da görmüş oldum bu süreçte.
Kitapta bir cümlenin, sonrasında kapakta da kullanıldı, aslında olanı biteni özetlediğini gördük ve dedik ki bu öyküler olsa olsa küllerin öyküsü olur. Kitabın adı da böylece Kül oldu.
- Bir şiirle başlıyorsunuz: Kapılar ve Rüyalar. Okumayanlara önceden bilgi vermek istemem ama metaforik bir şiir. Bana Mavi Sakal masalını anımsattı. Yazar olarak sizdeki tezahürünü merak ettim.
Evet doğru anımsatmış. Yazarken Mavi Sakal masalındaki gibi, kadının kapı kapı dolaşması hissiyle yazdım. Öyküdeki karakterinde çalmaması, önüne varmaması gereken tek bir kapı, talip olmaması gereken tek bir sevgi vardı ama içindeki eksiklik o tek bir kapının yoksunluğu olunca diğer onlarcası ona yetmedi. Sonuç da kapanmayan bir mutsuzluk oldu belki. Nilüfer’in hâlâ yaralarını kapatabilmiş, yoluna devam edebilmiş olduğunu hissetmiyorum. İlk içimde belirişinin üstünden beş, altı yıl geçti. Büyüdü, olgunlaştı bence. Yazdım bitti ama o benim için bir yerde yaşıyor ve zaman zaman o üstünü kapatamadığı acısını değişik formlarda duyabiliyorum.
- Kitaptaki öyküler birbiri ile bağlantılı. Ama aynı zamanda o bağlamı görmezden gelirsek bağımsız olarak da okuyabiliriz. Siz yazar olarak okuyuculara ne önerirsiniz? Bu bağı yakalamaya çalışsınlar mı? Yoksa öykülerin dünyasına kendilerini bıraksınlar mı?
Öykülerin dünyasına kendilerini bıraksınlar. Temennim buydu. Sadece bittiğinde o birbirine bağlanma ve ortak acının onlara daha bütünsel ve boşlukları da kendi kafalarında tamamlayacakları bir öykü daha hediye etmesini istedim. Fakat roman gibi algılayan ve tüm detayları hiç yorulmadan bilmek isteyen bir okur grubu da oldu. Kolay anlamak istediler ama benim amacım zaten kolay anlaşılması değildi. Gerçek hayata da baktığımızda insan her ne kadar açık seçik dursa da kolay anlaşılabilen bir varlık değil.
- Öykülerinizde zaman sanki geçmiş zaman gibi. Yoksa ben mi öyle hissetim? Yazar olarak geçmiş özleminizden biraz bahseder misiniz?
Evet, her şeyin başlangıcı olan felaket 70’li yıllarda yaşanıyor. Sonra kademe kademe günümüze geliyor. Kitapta zamansal bir sıralama yok. Her karakter kendi tarihini yaşıyor. Özellikle kadın hikâyeleri deyince benim içimde beliren karakterler günümüze çok yaklaşmıyor. Özellikle son beş, belki on yılda yaşanan kültürel, duygusal ve insani yozlaşma bizi insanlardan da insan olmaktan da soğuttu. İnsanlarda duygusal derinlik aramak şöyle dursun, insan olmanın salt erdemlerini görebilmek bile takdir edilesi oldu. Yüzeysel, yapay ve kullan atçıyız. Filelerden, kese kâğıtlarından naylon poşetlere evirilmemizle eş değer görüyorum ben bunu. Duygusal ve etik olarak aynı erozyonu yaşadık maalesef. Hal böyle olunca günümüzü yazmak bir korku hikâyesi yazmaya benziyor ya da plastik bir şişeyi yazmak kadar yüzeysel geliyor gözüme. Duygusal yakınlık hissedemiyorum.
- Kitabın kapak tasarımını çok beğendim. Tasarımın bir hikayesi var mı? Bizimle paylaşabilir misiniz?
Her öykünün karakterini bir yapbozun parçası olarak görüyorum. Bunu da Kül’ün kapak tasarımcısı Hüseyin Özkan’a bu şekilde iletmiştim. Ortaya böyle bir şey çıktı. Aslında hayalimin ötesinde bir tasarım oldu, çok da güzel tepkiler aldım.
- Öykü yazarken nelerden besleniyorsunuz? Bu öyküler kalbinizin sol tarafından mı, gözlemlerden mi, anılardan mı daha çok yoğruldu? Yazma eyleminin Yasemin Corcor Şenbayram kaleminde nasıl meydana geldiğini biraz dinlemek isterim.
Karakterler tamamen kendi dürtüyor beni. Rahat bırakmıyorlar. Zaman zaman içimde pek çok insanla yaşadığımı ve birden fazla hayatım olduğunu hissediyorum. Normalde insanları çok gözlemlerim. Onlarda görünenden daha fazlasını görmeye, iç seslerini daha doğrusu duygu seslerini duymaya çalışırım.
Her insanda iki beden var bence, dolayısıyla iki kişi. Biri herkesçe malum olan kabuk kişi, biri de duygu bedenimiz. Dışarda gördüğümüz bir hayat yaşar, belki bir şeyler hisseder. Ama görülmeyen bedeni de aslolan kişinin, olması gereken, kültürden, el âlemden, dünya baskısından etkilenmeden kalabilseydi ya da üzerinde oluşan o etkiyi sansürsüz dışa vurabilseydi, salt kendisi olabilseydi neler olurdunun bedeni.
- Birkaç öykünüz küçürek öykü tarzında. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Öykünün geleceğinin küçürek öyküde olduğunu düşünenler var. Buna katılıyor musunuz?
Dünyada eğilim nasıldır bilmiyorum. Birebir yabancı okurla konuşma, görüşlerini değerlendirme şansım sınırlı olduğu için yorum yapmam yanlış olur. Ama Türk okurları gözlemlediğim kadarıyla öykü türü zaten çok anlaşılabilmiş ve hak ettiği yeri bulabilmiş değil. Hal böyleyken öyküyü benimsetemediğimiz okurdan küçürek öyküyü yorumlama, sevme ve hatta tercih etme gibi eğilimleri kısa süre içinde görebileceğimizi düşünmüyorum. Çünkü okumanın değil belki ama yorumlamanın emek istediği bir form. Fakat mevcut öykü okuru için aynı şeyi söyleyemem. Onların gözünde de klasik öykünün yerini tamamıyla alamaz belki ama küçürek öyküdeki hissi çeviklik de fazlasıyla cezbedici.
- Bu öykü kitabında nelere dokunmak istediniz? Toplumsal bir kaygınız oldu mu? Yazarın topluma hizmet etmesi gerektiğine inanıyor musunuz? Bireysel olarak okuyucuda bırakmak istediğiniz net bir duygu var mıydı?
Toplumsal bir kaygım değil belki ama bireysel farkındalık kaygım oldu. Aslında travmaların büyük büyük olaylar olmadığını, küçük bir detayın bile insan hayatına nasıl yansıyabileceğini hissettirmek istedim. Bırakmak istediğim duygu da pişmanlıktı. Geçip giden zamanı tutamamanın ve zamanı değil diyerek ertelediğimiz her şeyin sonucunda kucağımızda bulduğumuz o koca boşluğun pişmanlığı.
- Okuyucularınızdan aldığınız en güzel yorum neydi?
Baba sevgisinden yoksun büyüyen bir okur, bana duygularını anlatsaydı ancak bu kadar doğru yazabileceğimi söylemişti. Bir okur da tam Türk yazarlardan ümidimi kesmişken karşıma çıktınız demişti. İkisi de beni çok mutlu etti.
- Hangi yazarlar sizi etkiliyor? Ve neden? Aslında bu sorunun cevabını biliyorum. İşinizi biraz kolaylaştırayım. Füruzan’ın sizdeki izleri neler?
Füruzan benim içime işlemiş gibi hissediyorum. Ezberlemekten bile öte bir özümsemeyle okudum her öyküsünü. Duyguları veriş şekli muazzam. Öykülerinde kendi kavram dili olması da öyle. Yaz göğü mavisi mesela. Kendince bir ton mesela ama mutlu ve parlak. Okuduğumda gözümde bir resim canlanıyor hemen. Asla ne demek istedi diye düşünmüyor insan. Ama benim için Tomris Uyar’ın Güzel Yazı Defteri de benim öykü yazma serüvenimde bir dönüm noktası.
- Kadınların öykü dünyasındaki yerini nasıl buluyorsunuz?
Öykü dünyasındaki yerleri yorumunu yapmak bana düşmez ama itiraf etmem gerekir ki Sait Faik hariç ben kadın öykücüleri okumayı daha çok seviyorum.
- Sembolik, düşsel anlatımlarla şekillenen öykülerin daha çok raflarda yer aldığı bir dönemde modern-geleneksel kavramları üzerine düşünürsek sizce Kül nerede duruyor? İlk öykü “Güzel bir rüya görüyorum” diyerek başlıyor. Ama rüya gerçekten görülen bir rüya. Öyküleriniz gerçeğe daha yakın diyebilir miyiz?
Kesinlikle gerçeğe daha yakın ve hatta buz gibi gerçek hepsi. Karakterlerin onlarcası sokakta, metroda ya da komşumuz, akrabamız. Hatta öykülerden birinin kahramanı anahtar, birinin bir kolye. Onlar için bile sembolik değiller, gerçekler diyebilirim.
- Kül’ün yayın süreci hakkında bize neler anlatabilirsiniz?
Yazıldıktan sonra uzunca bir süre bekledi kenarda. Hiçbir yayınevine göndermedim ya da öyle bir çabaya girmedim. Sanırım hazır değildim. Bir de öğrenilmiş çaresizlikler de vardı elbette. Zaten basılmaz ya da bastırmak için güzel bir bütçe gerekli tarzında. Sonra Ayfer Alper sihirli bir değnekle önce kurduğum, sonra vazgeçtiğim hayallerime dokundu. Çok kısa bir sürede olupbitti her şey. Hatta o kadar kısaydı ki kitap elime gelene kadar inanmakta da zorluk çektim.
- Bundan sonraki projelerinizden biraz bahseder misiniz?
Kafamda çok fazla proje var. Bir çocuk romanı yazmak istiyorum. Çok uzun zaman önce sinopsisini yazıp bitirdim ama bir türlü yazma aşamasına geçemedim. Yine belli bir aşamaya geldiğim bir kadın hikâyesi var ve onlarca taslağım. Çok sevdiğim bir dostumla, kendisini sen de yakından tanırsın, bir küçürek öykü projemiz var. Editörlük de yaptığım için zaman sıkıntısı çekiyorum. Yazmak benim için duygusal bir süreç ve tam bir konsantrasyon beklentim var. O da mümkün değil. Aslına bakarsan yazmak eylemine profesyonel bir çerçeveden bakmaktan da korkuyorum. En büyük lüksüm o benim. Yaratıcının bana verdiği bu hediyeyi güzel muhafaza etmek istiyorum.
ARKA KAPAK YAZISI
“Annem belki tadında bıraksaydı yasını, ben de bir yerde bırakmam gerektiğini bilirdim. Beklemezdim. Benim de evim olurdu. Başımı bir omuza yaslardım boş pencereler yerine. Bir çocuğum olurdu. Şimdiye çoktan uçardı yuvadan. Ama o da karne almış olurdu bir zamanlar. Yakasındaki kırmızı kurdeleyi görünce kabarırdı göğsüm. Bayramlarımız olurdu. Kalabalık sofralar kurardım. Şekerle kolonya yerleştirirdim sehpaya. Çocuğuma bayramlık dikmiş olurdum. Giyinip gelince, içten içe övünürdüm marifetimle. Fotoğraflarımız olurdu. Sıra sıra dizerdim albümlere. Şimdi bakardım, ağabeyimle olanlara. Kalbime basardım.”
Betül Çakıroğlu
Gelibolu’da doğdum ve 2002 yılından bu yana İstanbul’da mimar olarak çalışıyorum. Kızımın doğumundan sonra çocuk kitapları tekrar hayatıma girdi. Yazmayı ve okumayı çok seviyorum. Fantastik kurgular ve mitoloji özel ilgi alanlarım. Göçebe, Karşılaşma ve Ayna Meselesi kolektif öykü kitaplarında öykülerim yayınlandı. Nevzat Süer Sezgin’in Yetişkinler İçin Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Atölyesi’ni bitirdim. Eksi 18 Edebiyat Açık Kürsü platformunda deneme yazılarımı paylaşıyorum. Yine Eksi 18 Edebiyat grubuna ait Kıpırtı Çocuk Dergisi’nde gönüllü olarak çalışmaktayım.