Sessizlik çok gürültülü geliyor
Şafak söktü, her şey geçti, yaşama isteği dışında
Artık ne olacağını görecek köreltilmiş gözler
Çanlar kimin için çalıyor?
Zaman daralıyor
Çanlar kimin için çalıyor?
For Whom the Bell Tolls – Metallica
İnsan ada değildir, bütün de değildir tek başına, anakaranın bir parçası, okyanusun bir damlasıdır; bir kum tanesini bile alıp götürse deniz, küçülür Avrupa, sanki kaybolan bir burunmuş, dostlarının ya da senin bir yurdunmuş gibi; bir insanın ölümüyle eksilirim ben, çünkü bir parçasıyım insanlığın; işte bu yüzden hiç sorma çanların kimin için çaldığını, çanlar senin için çalıyor.
İngiliz şair, mistik ve vaiz John Donne’ın ta 1600’lerde yazdığı bu anlamlı sözleri epigraf ve roman adı olarak seçen Ernest Hemingway’i bir kadın karakter ile anmam bazılarına absürt gelebilir. Hemingway erkek bir yazar olarak, erkeklerin dünyasını anlatır ve özellikle feminist eleştirmenler tarafından, kadınları eril perspektiften yansıttığı savıyla suçlanır.
Aralarının hiç iyi olmadığı bilinen yazar Gertrude Stein, yazarın kadın karakterlerinin yüzeysel olduğunu ima ederken, Judith Fetterley gibi bir edebiyat bilgini bile Hemingway’in kadın karakterlerini eril arzunun yansıması olarak değerlendirir.
İlk bakışta haksız da görünmezler, çünkü Hemingway’in kadın karakterleri kendi iç sesleriyle konuşmaz, genelde erkeğin gözünden var olur.
Bu nedenle Çanlar Kimin İçin Çalıyor (For Whom the Bell Tolls) denildiğinde akla İspanya iç savaşı gelir, ana karakter Robert Jordan gelir, savaşın trajedisi, ahlaki boyutu gelir, kahramanlık gelir, fedakarlık gelir… Ve bana kalırsa Çanlar Kimin İçin Çalıyor denilince akla aşk gelir, direniş gelir ve elbette María gelir.
Anlatacağım. Önce romanı hatırlatayım kısaca: Roman, 1936-1939 yılları arasında yaşanan İspanya İç Savaşı’nı konu alıyor. Faşistlere karşı savaşan Cumhuriyetçi saflarda yer alan Amerikalı dinamit uzmanı; bir köprüyü havaya uçurma görevini üstleniyor. Kahramanımız; Robert Jordan. Üstlendiği görev yaklaşan bir saldırının başarısı için kritik önem taşıyor. Robert, bu görev için gerilla savaşçılarıyla birlikte bir dağ grubuna katılınca María ile tanışıyor.
María demek aşk demek!
María demek direniş demek!
Maria demek, çok şey demek…
Hepsini anlatacağım ama öncesinde biraz başka bakış açılarına değinerek. Hemingway, romanın merkezine yerleştirdiği aşk hikâyesinin, savaşın yıkıcılığına karşı bir umut ve insanî bağ olduğunu belirtmiş zamanında. Bazı eleştirmenler María’nın, Hemingway’in diğer eserlerindeki kadın karakterlere benzer şekilde, erkek karakterin duygusal gelişimine katkıda bulunan bir figür olarak kurgulandığını öne sürüyor.
Derine inmeyince görünmüyor bazı güzellikler. Hemingway, hikayelerinde ve romanlarında klişelere indirgenen kadınları pek de ayrıntılı olmayan tasvirleriyle biliniyor ya yüzeysel bakınca Maria da farklı değil: Bu nedenle onun için itaatkar, masum, Jordan’a adanmış, sevgi ve şefkatin sembolü hatta arzu nesnesi gibi bir sürü tanım yapmak mümkün.
Hele de romanın diğer kadını Pilar’ın yanında! İlginç bir kadın Pilar, açık sözlü, gerilla grubunun lideri Pablo’nun karısı ama ona sorsan lider o, etkili de bir kadın aslında. Haliyle Pilar’ın yanında Maria tek boyutlu(ymuş gibi) görünüyor: Romandaki temel rolü, Robert Jordan’ın bir karakter olarak gelişmesine yardımcı olmak, ona sevginin önemini öğretmekmiş gibi. Bu kadar!
Bu kadar mı?
Hayır. Bazı eleştirmenler ve araştırmacılar gibi ben de María’nın Hemingway’in kadın karakterleri arasında özel bir yere sahip olduğunu düşünüyorum.
Anlam metni aşar… Hele de işin içinde aşk varsa…
María’nın yaşadığı onca şeye rağmen, savaşın ortasında sevgi ve umutla hayata tutunmaya çalışan bir kadın olması boşuna olamaz. Yaşadığı travmalar ve gösterdiği direnç, onu sadece bir aşk nesnesi olmaktan çıkarıp, savaşın kadınlar üzerindeki etkilerini temsil eden bir karakter haline getiriyor. Yazar bir umut ve insanî bağ demiş ya evet hem öyle hem de daha fazlası. María, onca acıya rağmen sevgiye ve hayata tutunmaya çalışan bir kadın olarak, Hemingway’in insan ruhunun dayanıklılığına olan inancını yansıtıyor. Bence.
Savaşlar, çoğu zaman erkeklerin cephede verdiği mücadeleyle anılıyor. Oysa savaşın en derin yaralarını -bazen bedenlerinde, çoğu kez ruhlarında- kadınların taşıdığı da bir gerçek.
İşte tam da o kadınların gözünden bakmak istiyorum hikayeye.
Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanı, yıllar boyunca savaşın kahramanlık boyutunu, ideolojik kutuplaşmalarını ve bireysel fedakârlıklarını konu alan klasik bir metin olarak okundu. Buna karşın ben romanın kırılma anının; bir köprünün havaya uçurulmasında değil, aynı zamanda savaşın kadınlar üzerinde bıraktığı sessiz ama derin yaralarda gizli olduğunu söylesem… Bu bağlamda María, savaşın kadın bedeni ve ruhu üzerindeki yıkıcılığını anlamak için romanın içsel ve çoğu zaman göz ardı edilen çatlağı desem… Onun hikâyesi, yalnızca bir aşk anlatısı değil, aynı zamanda bir hayatta kalma ve sessizlik üzerinden şekillenen bir direniş öyküsü diye de eklesem…
Dedim ya Hemingway’in 1940 yılında yayımlanan romanında savaş var, ölüm var, onur var ve aşk ve direniş ve María var.
Şimdi hikayeyi bir de şöyle okuyun lütfen:
İspanya’nın dağlarında saklanan küçük bir isyancı kampı; sessiz bir kadın var gerillaların arasında. Adı María. Henüz on dokuz yaşında ama doksan dokuz yıla sığmayacak acılar yüklenmiş minicik bedenine. Saçları, memleketinden sürüldükten sonra düştüğü hapishanede gardiyanların elinde kesilmiş; kadınlığının simgesi alınmış ondan. Bedeni, savaşın en çirkin yüzüyle tanışmış; faşistlerin tecavüzüne uğramış. Bir kadının onuruna açılan en kanlı yarayı taşıyor ruhunda. Ailesini kaybetmiş. Tek başına tutunuyor hayata.
Her şeye rağmen nazik. Hâlâ sevgiyle bakabiliyor bir adama. Hâlâ bir kelimeye, bir elin sıcaklığına, bir adamın bakışına inanabiliyor. María, kırgın ama kırılmamış bir kadın, savaşın ortasında sessizce direniyor.
Robert Jordan, hedefi belli bir adam ama María onun ruhuna bir çentik atıyor. Belki de genç kıza baktığında, çok sevdiği İspanya’yı görüyordur. Belki de María, sadece bir karakter değildir; yaralanmış ama hâlâ güzel kalan bir ülkenin sembolüdür. Olamaz mı?
María çirkin olduğunu düşünüyor. Oysa “altın kahverengi” gözleri, “güneşte yanmış bir tahıl tarlasının altın kahverengisi” saçları var, kısa saçları.
Pilar ona “kızım” diyor. Pilar sert, o da bu savaşın içinden çıkmış. Ancak kadınlığını yumruklarıyla koruyan, erkeklere kendi dilinde cevap veren bir kadın. Pilar, kurumuş toprak gibi; sert ama yaşam barındıran. María ise kendiliğinden açan bir çiçek gibi. Sessiz, güçlü. Duygularıyla konuşuyor, varlığıyla direniyor.
Kampın işleriyle uğraşıyor María: Yemek pişiriyor, temizlik yapıyor, elinden geldiğince yardım ediyor. Bu görevler onun acizliğini göstermiyor aksine dayanıklılığın duyulmayan dili bu.
Yaralı insanların çoğu hizmete, faydaya tutunur; María da öyle. Sevgisinin kaynağı Robert Jordan’a itaat etmek değil, onu anlamak. “Beni sevmiyorsan,” diyor ona, “seni ikimiz için de seveceğim.”
Savaşın ortasında kurulmuş bu cümle; kutsal bir söz gibi, aşkın yüceliğini anlatan.
Robert, María’ya “küçük tavşan” diyor. Bu, bir küçümseme değil, bir tür sevme biçimi. Jordan, görevine odaklı bir adamken, María’nın varlığıyla bir şeyler değişiyor. Onunla konuşurken, görev ve duygu, savaş ve hayat, ölüm ve anlam arasındaki çizgi bulanıklaşıyor. Romanın sonunda, Jordan ölümü karşılamaya giderken María’yı geride bırakıyor ama “seni hep yanımda taşıyacağım” diyor.
Bu veda, yalnızca bir kadına olamaz; hala sevilebilir bir yön bulabildiğimiz insanlığa…
Bazı eleştirmenler, María’yı edilgen buluyor. Sadece Jordan’ın hikâyesine hizmet ettiğini söylüyorlar. Oysa María, kendi hikâyesini yazmayan ama herkesin hikâyesine iz bırakan kadın. Pilar’ın sertliği neyse María’nın yumuşaklığı da o.
Savaş alanında bile olsa duygunun, şefkatin ve iyileşme adına verilen bir mücadele onun duruşu. Tecavüzle alınan onurunu, sevgiyle yeniden kuran bir kadının sessiz direnişi bu.
Susan Sontag, savaşın görüntülerle ve temsil biçimleriyle bir “pornografi”ye dönüştüğünü söylerken, özellikle kadın bedenine uygulanan sistematik şiddetin seyirlik hale gelmesinden söz eder. María’nın bedenine uygulanan şiddet, seyredilmese de okur tarafından hissediliyor; Hemingway, bu dramı kelimelerle değil, sessizlikle anlatıyor.
Julia Kristeva’nın Black Sun’da belirttiği gibi, travma yaşayan kadınların dili genellikle sessizliktir – ama bu sessizlik bir boşluk değil, melankolinin ve kırılmanın yeni bir anlatı formudur.
María’nın temsil ettiği şey yalnızca bir aşk kadını değil, yalnızca bir savaş mağduru da değil… María, susmanın da bir anlatım biçimi olduğunu hatırlatıyor bize. Yaralanmış bir bedenin, yeniden sevebilecek kadar iyileşmeye cesaret ettiğini gösteriyor. O, Hemingway’in yalnız adamlarının karşısına yerleştirdiği, dünyayı hâlâ iyileştirebilecek bir sevgi türünü temsil ediyor.
Ve bu yüzden, María yalnızca Jordan’ın sevgilisi değil, savaşan tüm kadınların simgesi…
María, roman boyunca fazla konuşmuyor. Konuştuğunda da geçmişinden değil, Robert’la olan bağından, geleceğe dair küçük umut kırıntılarından söz ediyor. Bu suskunluk, sadece travma sonucu değil; aynı zamanda bir tür bilinçli reddediş.
Savaşın dili erkektir: emirler, tehditler, küfürler, sloganlar, marşlar, nidalar.
María bu dilin dışında kalıyor. Julia Kristeva’nın tanımıyla, “travma sonrası özne, kelimelerin anlamını yitirir; sessizlik ise bir savunma değil, yeni bir varoluş şeklidir.”
María’nın dili bu bağlamda eksiklik değil bir tür varoluş.María’nın Robert Jordan’a duyduğu aşk, çoğu zaman yalnızca romantik bir bağ gibi algılansa da, aslında onun hayata anlam katmak için tutunduğu bir dal… “Ben seninim” demesi bir erkeğe teslimiyetten çok, geçmişin ağırlığını paylaşacak bir omuz bulma çabasında olamaz mı?
Sevgi, onun için bir tür varoluş alanı; savaşın hırpaladığı bedeni yeniden kutsama, geçmişin canavarlarının elinden benliğini geri alma girişimi.
Aşk, María için hem iyileştirici bir duygu hem de yeni bir kırılganlık riski. Seviyor ama her an kaybetme korkusu taşıyor. Tekrar sevebilmek, aslında onun için çok büyük bir cesaret değil mi?
María silah kullanmaz, emir vermez, strateji kurmaz. Ancak bu onu pasif yapmaz. O, romanın duygusal, etik ve insani merkezi. Robert için savaşın bir anlamı varsa, bu María’yla kurduğu bağ sayesinde oluyor.
Savaşın anlamsızlığına, şiddetin sıradanlığına karşı María’nın varlığı bir “neden” üretiyor. Onun kadınlığı, sadece sevgiyle değil, şefkatle, sadakatle ve kaybetme korkusuyla örülü. Ve bu özellikler, savaşın erkeksi mantığında zayıflık değil, insani kalabilmenin temeli olamaz mı?
“Erkekler savaşır, kadınlar bekler” klişesi burada ters yüz ediliyor. María, beklemenin ne kadar güçlü bir duruş olduğunu, sevebilmenin ne kadar radikal bir varoluş biçimi olduğunu gösteriyor. Savaş, erkek kahramanların fiziksel direnişi kadar, María gibi kadınların ruhsal direnişiyle de yürütülüyor.
Romanın sonunda María’nın ne yapacağı, nasıl yaşayacağı belirsiz kalıyor. Ancak bu belirsizlik, aslında kadınların savaş sonrası kaderini çok iyi yansıtıyor. Erkeklerin yazdığı tarih kitaplarında isimleri geçmeyen ama savaşın asıl yükünü taşıyan kadınların kaderi bu… Romanda María’nın geleceği yok; çünkü savaş kadınların geleceğini hep göz ardı ediyor.
Savaş yalnızca bombalanan topraklar değil, bedenlere de kazınır. Direniş her zaman gürültüyle değil, sessizce de meydan okunabilir. María gibi kadınların sessizliği, sevgisi, hayata tutunma biçimi bir köprünün havaya uçurulmasından çok daha anlamlı olabilir.
María, Hemingway’in romanında sessiz, kırılgan ve yardımcı bir karakter gibi görünse de aslında savaşın gerçek yüzünü gösteren en önemli figür. Onun travması, sessizliği, aşkı ve dayanıklılığı, savaşın kadınlar üzerindeki etkisinin bir özeti.
María’yı merkeze alarak Çanlar Kimin İçin Çalıyor’u okumak, sadece bir kadının hikâyesini değil, tüm savaş anlatılarında görmezden gelinen kadın deneyimini görünür kılmak demek. Bir de böyle okumayı deneyin.

Nilgün Karataş, İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Henüz öğrenciyken çalışmaya başladı, Milliyet, Dünya, Akşam, Günaydın, Business Week Dergisi ve Hürriyet’te gazetecilik yaptı. İlk romanı Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar’ın yanı sıra birçok kolektif kitapta öyküleri yayımlandı. Bianet, Yeni Sinema Dergisi ve Suare Dergi’de yazıyor. İkinci üniversite olarak da felsefe okuyor.