Gönül Yasemin Ölmez
Buraya her gelişimde böyleyim. Gecemi de, gündüzümü de yitiriyorum. Pencerede iki kuş; içerideler mi dışarıdalar mı seçemiyorum. Bulutların arasında görünüp kayboluyor uçaklar. Gözlerimi kapatıyorum ama kulaklarım açık. İçeriden gelen sesler. Hızla kulaklarımı da kapatıyorum. Tırabzanın topuzuna tutunup öylece merdivene bakıyorum. Eğilen başımla birlikte omuzlarım da küçülüyor sanki gitgide. Çanta kolumdan sıyrılıp yere düşüyor. Ben de bırakıyorum kendimi aynı yere. Neyi neden yaptığımı bilmediğim gibi gelip, sonra da ölüp gidiyorum. Kaç kere ölür insan?
“Hoş geldin Canan. Arada gel kızım, küf kokacak güzelim eşyalar.”
Cevap dahi vermeyerek başımı sallayıp, güç bela elimi de kaldırıyorum tamam der gibi.
Bu eve girmek için gölge olmak lazım. İşleri güçleri yok; pencere önünde, perde arkasından dikizliyorlar. Sonra yalandan hal hatır sormalar, laf lafı açsın da araya sokuşturuveririm nasıl olsa hinli, cinli sorularımı kafası. Kendime hayret ediyorum. Bana ait cümleler mi bunlar? İnsan toplumda kalmak için vahşileştikçe kendisine de yabancılaşıyor. Oysa yan yana evler, bir evin odaları gibi. Aynı sofraların insanlarıydık.
Anahtarı yuvasına yerleştirip, sol elimle iyice itiyorum kolu yukarı. Kapıyı onun gibi sessizce açıyorum. “Ben gidersem bir daha dönmem” derken oturduğu koltuğa her gözüm takıldığında, o son bakışını üzerimde hissediyorum.Donuk, üzgün, ama kararlı. Hâlâ bakıyor. Ben de bakıyorum. Ne zaman gitmişti? Anımsayamıyorum. Tek çıkış. Kendimi yine dışarı atıyorum.
Taş duvarlarla sınırları çizilmiş bahçenin, güneşin yönünü hesaplarcasına konumlandırılmış kocaman gövdeli asma ağacının çardağının gölgesine sığınıyorum. Mor üzümlü salkımların birçoğu yere düşmüş. Dalında kalan birkaç tanede kuruyup büzüşmüş. Çocukluğumun en önemli duygusu geliyor aklıma.
Sıradan bir yaşamın içinde, sıradan halledilebilir sorunlar için tasalanmak bile mutluluk verebilirdi bana. Çatısı çökük, yarısı kırık ahşap panjurlu pencereye bakıyorum. Havva Nine’nin “gelinim bir yemenimi bile yıkamadı” serzenişi, küp küp doğradığı patatesleri her kızgın yağa atışında gelen cızlama sesine karıştığında, benim de içim cız ederdi. Kime ne zararı vardı şu yaşlı kadının? Oğlunu da kocası gibi aynı amansız hastalıktan toprağa verdikten sonra, onca malın mülkün içinde ‘nariciye‘ hasadından gelecek parayı beklerdi erkek kardeşinden.
“Paranın sapı gıdaldı Canan gızım. Sizin telefondan haber ediversek. Ödeme yapmadı mı bu tüccarlar daha acaba?”
Köpüğü bir türlü görünmeyen zeytinyağı sabununu yemenisine sürtükçe, yüzünde beliren gülümsemeden eski öfkelerini, özlemlerini, küçük yumrulara dönüştürdüğüm duygusuna kapılıp rahatlar, akşamı düşünmeye başlardım. Sonrası büyük bir boşluk.
Başımı asma ağacının göğe uzanırcasına budanmamış dallarına kaldırdığımda onu görmüş olduğumu hissetti ki, perdeyi çekip camı açtı. Çok hasta olduğunu söylemişti köy pazarında kızı Havva. Ayakta olmasına sevindim.
“Evi havalandırmaya mı geldin kızım?”
Evet der gibi başımı salladım. O da salladı. Ağaca dayanmış kırmızı dairesel çizgiyi sormadı. Sorsa da kimseye meram anlatacak halim yoktu zaten.
“Gel biraz nefeslen. Durma öyle yalnız orda. Havva Ablan kahve yapsın sana. Havva Nine’nin közde pişirdiklerine benzemez ama. Çok severdi seni, çok.”
“Gelirim bir kahve içimlik.”
O kadar durabilmiş ayakta. Havva Abla kahveyi pişirirken hem ağladı hem anlattı. Odasına gidip yanı başında duran plastik sandalyeye oturdum. Sarıya dönmüş gözbebeklerini ayırmıyordu gözlerimden. Ayağa kalkıp aynı pencereden dışarıya baktım. Ana yolu süse yoluna ayıran iki dükkân arasından mahallenin delisi geçti. Işıldaklı teybini süpermarketten aşırdığı gıda arabasına yerleştirmiş. Allı, morlu, yeşilli plastik süslemelerle sarıp sarmalamış. Vermiş son sesi.
“Gidene bak gidene, aman aman,
Boyu dönmüş fidana efendim,
Haydi benim şah boylum.
Şah boylum, şahbo çiçek başında.”
“Bayram mı geçen?”
Başımı sallayıp gülümsedim.
“Deli çocuk, o da olmasa!”
Yeniden iyi biri olmak hâlâ mümkün. Beyaz geceliğinin içinde inip kalkan göğsüne, pipetli su bardağına, yastığının altına sokuşturduğu buruşuk peçetelere, gitgide küçülen göz bebeklerine, çatlamış dudaklarını gülümsemek ister gibi aralayışına bakıyorum.
“Anam, ahh anam”, diyor. Kollarını kavuşturuyor, güçlükle sağına dönüp ayaklarını çekiyor karnına. Üşüdüğünü fark edip pencereyi kapatıyorum. Kuyu çıkmak içinmiş. Sessizlik bağırmak için. Bir şey söylemeden ayrılıyorum odadan. Ardıma dönüp bakmıyorum ama hissediyorum onun bakışlarını. Havva Ablanın mutfak kapısına geldiğimi fark etmediğini, söylenmesine devam ettiğinden anlıyorum.
“Millet uzaya ev kurdu. Biz bir makina alıp kuramadık. Anasından görmemiş. Kaçtım gittim kolumdan tutup yine getirdi. Adımdan mı bu kadının bana öfkesi? Bu gidişle giderken beni de yanında götürecek.”
Arkasından boynuna sarıldım. Elindeki bıçağı bıraktı köpüklü suyun içine, iki damla gözyaşıyla birlikte. “Birinin sizi evcilleştirmesine izin verdiyseniz, gözyaşı dökmeyi de göze alacaksınız.”
“Yine gelirim, kapı pencere hepsi açık kaldı. Kendine iyi bak,” deyip çıktım.
Tam içeriye adım atarken kedi fırladı dışarı. Beni ürkütmüş olsa da kilitli kalmayacak olması içimi rahatlattı. Pencerenin önündeki koltuğa bakıyorum. Bu sefer yalnızım.
Olup bitenlerin öfkesiyle, koca bir kent yıkılıyor da ben altında kalıyormuşum gibi çocukluğumun en önemli duygusu felaketin kollarına hapsolmuş gibiyken, uçuşan tül perdeye yaklaştım. Biraz daha yaklaştığımda, ardındaki insanı fark ettim.
“Dünyaya kin kusuyorsun da unutuyorsun. Dünya sen böyle olduğun için böyle.”
Kapıyı onun kapattığı gibi sessizce kapattım. Kolumdan düşen çantayı, dışarı fırlamış kitabı, okunup katlanmaktan yırtılmaya yüz tutmuş damgalı kâğıt tomarını zarfının içine topladım merdivenin basamaklarından. Kitabı çantaya, zarfı taş örme yer ocağının içine attım. Asma ağacının köküne dayanmış kırmızı dairesel çizginin ortasında durdum. Üçüncü boğumundan keserek bir dal kopardım.
Bitkiler de tıpkı insan onuruna benzer: Bir defa sökebilirsin yerinden. Yeniden toprakta can bulabilmesi için kestiğin yeri de iyi bilmelisin. Gecikmişliğin ilacı yoktur. O gün geldiğinde, ilk kim kimden gözlerini kaçıracak? Bu yeterli bir sonuç benim için.
Pencereyi açık unuttuğumu anımsayıp tekrar içeriye girdim. Koltuğun arkasına geçip, camdan çerçevenin demir kolunu çevirirken, süse yolundan ana yola deli çocuk geçti. Müziği kapatmış, başı şişkin aya dönük. Ben de başımı kaldırınca, karanlık bir yerlerde uçuyorum.

Gönül Yasemin Ölmez, Bodrum’da doğdu. Lise mezunu. Yirmi üç yıllık çalışma hayatında özel sektörde satış danışmanlığı ve mağaza müdürlüğü yaptı. Derin okuma ile başlayan kendini geliştirme eğitim yolculuğunu, mitoloji ve yaratıcı yazarlıkla halen devam ettiriyor. Bu süreçte iki kollektif kitapta öyküleri de yer alan Gönül Yasemin Ölmez, yazı yolculuğunu sürdüyor.

