
Her şey geçiyor. Hiçbir şey geçmese de.
Hiçbir şey geçmiyordu. Hazmedemediğin hiçbir şey geçmiyordu. Görmesem, reddetsem de oradalar…
Ansızın bir davranışta, belki bir söz ya da bir bakışta yeniden batıyordu. İlk gün ki gibi hala taze, canlı. Her med cezirde… Yağmur bastırıyor, gök adeta çığlık çığlığa. Sığınacak ne bir çatı var ne de bir yuva. Şiddetli bir rüzgârın savurup attığı bir şemsiyeden ibaret hepsi. Yarattıklarımız. Büyük bir ustalıkla dikip giydirdiklerimiz. Israrla tamir edip yeniden denettiklerimiz.
Evdeyim, yemyeşil, gri bulutlar… Görünebilecek en ince detayı dahi kaçırmamak için pencerem perdesiz. Daralan ruhumu aydınlatmak, gökyüzüne uzanan merdivenleri görme arzusu bu. Biliyordum. Böyle zamanlar da hiçbir görüntü, hiçbir ses ya da kimse yalnızlık ve kasvetle dolmuş ruhumu aydınlatmaya yeterince yetmiyordu. Genellikle kendimi en güvenli ve en iyi hissettiğim yerde dinliyorum çığlıkları. Çığlıklar… Derin bir nefes alıyorum. Toprak, kokmuyor. Toprak kokusu yok. Her yer beton, her katman buz tutmuş. Üşüyorum. Duvarlarıma yansıyan gölgelerin sebebi güneş mi? Göremiyorum.
Görmesem de reddetsem de orda. Var. Hissetmiyorum. Üşüyorum. Merdivenlere doğru yürüyorum. Güneş yok. Isınamıyorum. Üşüyorum.
Sandalyenin üzerinde asılı bıraktığı kollarını sarıyorum bedenime. Bol geliyor. Tatlı bir koku, huzur. Huzurla birlikte garip bir obruk beliriyor. Sessizlik. Burnum kopacak. Kalbim. Göremesem de reddetsem de orada. Bir anlam eksikliğiydi bu belki de ya da gerçeğin vücut bulmuş hali. Her an göz önünde, gelip geçen ve adeta ömrümüzü kemiren. Gerçeği kabullenmesek de gerçek var, orada. Sessizlik, kilometreler, aylarca sorduğum sorular, tatmin olmadan, sindirmeden yolculuğa devam edişler. Bir şekilde, bir sebeple bulanıklığa sebep olanlar kabullenmesem de oradalar.
Bir süre sonra oturuyorum masama, bilgisayarımı açıyorum. Beyaz bembeyaz bir kâğıt. Başlıyorum yazmaya. Gözlüğüm yok fark ediyorum. Arıyor, bulamıyorum. Bulamasam da olduğu yerde olduğunu biliyorum, orada. Dokunuyorum tuşlara. Harf harf boncuklar diziyorum. Siliyorum.
Tekrar, tekrar tekrara düşüyorum. Yazıyorum. Benden bir parça, ondan da. Aynaya ilişiyor gözüm
“Benim hüzünlü bebeğim. Nasıl da özlem dolu. Bir o kadar öfke.”
Dehlizlere hapsettiğim her ne varsa yine firarda. Aynanın tam ortasındaki çatlağından sızıyorum. İçeri, derine. En derine.
Derinleşiyorum. Boğulacağım diye korkuyorum. En derinlere dalan ben sığ sulardan korkuyorum. Yüzebilirim. O kıyıya varabilirim. Öylece teslim olmalıyım akışa. Bırakmalıyım kendimi. Kontrolsüzce. Akıyorum kıyıya doğru. Karabataklar ve leylekler yarış halindeler kıyıda toplanmış balıklar için. Mercanlar arasından yürüyerek geçiyorum. Kıyıya varıyorum. Bir albatrosla göz göze geliyorum. Boynuma dolanıyor, hırçın. Korumak istiyor bir şeyleri bana rağmen, benden. Besbelli. Kulağıma eğilip soruyor. Sen de öyle değil misin?
Ne değil miyim?
Bilmiyorum. Düşünüyorum.
Kimsesiz… Sahipli fakat sahipsiz aynı zamanda.
Koridorda çığlık çığlığa koşup evine girmeye çalışan çocukların sesiyle şenlenen Güneş’i fark ediyorum. Görmüyorum. Ama orada. Bencilliğim geliyor o anda aklıma. Oysa o yalnız olmak istemiyor. Kanatlarını kalp şeklinde açıyor, stresli son günlerde. Çığlık çığlığa ötüyor… Ne dediğini duymasam da onu anlıyorum fakat bencilce kulak tıkıyorum.
Yine de her şeye rağmen, beni sevsin istiyorum. Belli etsin sevdiğini, ilgilensin. Seveyim istiyorum avucumdayken.
Sonra çocukluğum geliyor aklıma. Ayak bileğim kanıyor, pansumanla olmaz dediler. Sedyedeyim. Dikiş atılacak. Başımda babam ve eniştem. Keşke diyorum enişteme; “Keşke sen, sen benim babam olsaydın”. Hep ilgiliydi o çocuklarına, severdi saçlarını, öperdi. Beni de severdi. Ama genelde hep ben kimselerimle kimsesiz. Çocuk sevilirse şımarırdı. Gösterilmezdi sevgi denilen şey. Sevmek neydi onun için? Bilmedim. Bilemedim. Seviyor muydu? Bilmek için dokunmak şart mı? Evet. En azından yüreğe…
Yağmur gittikçe şiddetini arttırıyor. Hızlı hızlı nefesler alıp veriyorum. Yavaşlamalıyım, sakinleşmeli.
Ayna buğulandı. Temizliyorum. Kalbim göğüs kafesinden fırlayacak gibi. Sessiz, sessizlik ıssız. Ilık bir duş alıyorum. Sonra odun sobasının yanına kıvrılıyorum sıcacık. Önce ellerim, sonra bedenim, kemiklerime kadar ısınıyorum. Bir ara sobaya değiyorum yalnızlıkla, cayır cayır bir sancı. Yüreğime buzdan dikit saplanıyor. Saatler geçiyor. Sızı kesilmiyor. Obruk gittikçe derinleşiyor. Yine sessizlik. Sessizlik de öyle. Derinleşiyor.
Annem geliyor sonra elinde lotustan yaptığı merhem. Sürüyor. Çayını da yapmış. “İç, iyi gelecek kızıma” diyor. “Hadi benim akıllı kızım. Üzülme sen. Seni seviyoruz. O da seviyor. Kalk, çeki düzen ver kendine. Bak aynaya. Bu sen misin? Hadi kalk ve yoluna devam et. Biliyorum sızlıyor, ama geçecek.”
Yazar da öyle diyordu anne; “Her şey geçiyor. Hiçbir şey geçmese de.”
Geçmiyordu.
Hazmedemediğin hiçbir şey.
Düşünmesek de dehlizlerde bir yerlerdeler
Med-cezirlerle açığa çıkan.
Bastırsak da.
Unutmayı istesek de oradalar…
Sahi, unutmayı başaran var mıydı?
Aradığını bulan var mıydı ya da bulduğunda mutlu olan?
Mutluluğu baki kalan…
Mutluluk neydi?

Belgin Ulutay
20 yılı aşkın süredir çeşitli sektörlerde orta düzey yönetici olarak görev yapmıştır. Son 3 yıldır da Londra ve Türkiye merkezli aydınlatma tasarımı üzerine hizmet gösteren özel bir firmanın Genel Koordinatörlüğünü yürütmektedir. Yazmaya ve seslendirmeye şiirler ile başlayan Belgin Ulutay çeşitli eğitimlerin ardından edebiyat yolculuğunu öyküler ile devam ettirmektedir. Instagramda seslendirmelerini ve özgün içeriklerini yayınlamakla birlikte iki kollektif kitapta öyküleri yer almıştır. Tiyatro, seslendirme, kitaplar, seyahatler ve yazı ile kendine bir dünya kuran Belgin Ulutay. Anlamlandırmaya dair yolculuğunda varılmak istenilenden ziyade yolculuğun kendisinin kıymetli olduğuna inanmaktadır.


