Çağla Günay
Alevler, öfkeli rüzgârın etkisiyle coştukça coşuyordu. Her geçen dakika, doğanın aleyhine işliyordu. Yıllarca emek verilerek oluşturulmuş yemyeşil orman, kendini bilmez bir vicdansızın saliselik hamlesiyle gözlerinin önünde kül oluyordu. Kurumuş dalların çıtırtıları kulaklarını çınlatıyor, isyan etmeye yeltense de sesi çıkamıyordu.
Ağlamak geliyordu içinden, hem de bağıra çağıra…Kokudan genzi yanıyor, hıçkırıkları öksürüklerine yenik düşüyordu. Gözyaşları istemsizce akıyor, kurumuş dudaklarında kısa bir mola verdikten sonra kıvrımları takip ederek çenesinden akıyordu. Aniden kıpkırmızı alev topunun içinde bir hareketlilik oldu. Gözlerini kısarak daha dikkatli bakınca; sağ kulağı kapkara olmuş, beyaz olması gereken tüyleri kül rengine dönüşmüş bir tavşan gördü. Gözleri korkudan zeytin taneleri kadar büyümüştü. İçgüdüsel bir hamleyle öne atılarak tavşanı sıkıca kavradı. Tavşanın kaçacak gücü kalmadığından olsa gerek, kendini tümüyle ona teslim etti. Sımsıkı sarıldı tavşana, ağladı ağladı. Minik kalbinin hızlı ama ürkek atışları, zihnine işledi. Yangını söndürmeye çalışanlar vardı elbette ama çabalar işe yaramıyordu. Onu avutmak için kullanılan sözcükler önce havada asılı kalıyor, sonra da alevlere karışarak yangını körüklüyordu.
“Boş ver” diyorlardı ona, “Bu da geçer.”
Geçerdi elbet, tıpkı bir yaranın zamanla bağladığı kabuk gibi katılaşırdı içi. Ama kendi huyunu iyi biliyordu; o kabuk kopartmayı, aynı yarayı tekrar tekrar kaşımayı severdi. İşte asıl korkusu bundandı. Çünkü her kabuk kopartışı, onda daha büyük yara açacaktı. Her büyük yara ise daha büyük kabuk demekti.
Yılların birikimi vardı esen rüzgârda; artık fısıldamıyor, adeta kin kusuyordu. “Eyvah” deyiverdi, içinden mi yoksa dışından mı söylediğini bilmeden konuştu. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak artık, bu sefer tamamen yok oluyor”.
Sımsıkı yumduğu gözlerini açıp karanlığa alışmak için bir süre bekledi. Bu kaçıncı yenilgiydi, kaçıncı güvendiği kişiden yediği kazıktı? Artık saymayı bırakmıştı. Akıllanmıyordu çünkü. O, karşısındakilere güvenip onlara merhamet ettikçe karşıdan gelen darbeler daha da yaralayıcı oluyordu. Vicdansız, tıpkı bir ormanı yakıp yıkarcasına kül etti içindeki tüm güzel duygularını, beslediği umutlarını. Küllenmiş ürkek tavşanın teslimiyeti gibi sığındı kendisine açılan her kucağa. Her kucak gaddardı oysa, her kucak bencil. O verdikçe karşısındakiler arsızca “daha,” diyordu ona. Kendi merhametini aradı başkalarında. Bulduğu şeyler ise ihanet oldu, aldatılmak oldu, yalan dolan oldu. Kendi vicdanı, onların vicdansızlığı karşısında eridi, suya karıştı. O suydu şimdi içindeki yangını söndürmeye çalışan ama nafile…
Tüm bedeni titrerken odanın içinde göz gezdirdi. Onun kokusunun sindiği polar battaniyeye göz ucuyla bakıp hemen kafasını diğer yöne çevirdi. Soğuktan donsa dahi o kokuyu bir daha çekmeyecekti içine. Zaten aylardan ağustostu, ortalık alev alevken üşümek de neyin nesiydi? Soğuktan değildi elbette bu titreyiş, yolun sonundaki yalnızlıktandı.
Yangın yeriydi oysa içi. Yıllarca özenle yeşerttiği tüm hisleri küllere dönüşüp uçuşuyordu oradan oraya. Yeniden yeşerir miydi ormanı eskisi gibi, bilinmezdi. Bildiği tek şey vardı; içi soğuduğunda geriye kalan, sadece siyah beyaz bir tablo olacaktı.


