Eylem Akdere
“Kendini korumak bazen, kendini unutmaktır.”
Mimoza’dan Not:
İnsan, kendini korumak isterken çoğu zaman varlığını taşa çevirir.
Oysa yaşam, suyun sabrında gizlidir – yıkarken onaran, silerken hatırlatan bir akışta.
“Taş Olmak, Suya Dönmek”, benliğin katılığı ile varoluşun akışkanlığı arasındaki o ince sınırda durur.
Bir duvarın yıkılışı değil, bir bilincin çözülüşüdür anlattığı.
Çünkü bazen kalmak değil, akmak daha derin bir biçimdir var olmaya.
İnsan, kendini korumak için duvarlar örer; o duvarlar zamanla onu korumaz, saklar.
Bir yerden sonra kim duvarın ardında, kim dışında kalmış, belli olmaz. Belki de hepimiz biraz suya dayanırız ama taşa dönüşürüz sonunda.
İlk taşı ne zaman koyduğumu bilmiyorum. Belki de taş değil, bir cümleydi.
Kendimi savunmak için söylenmiş bir söz, üstüne bir sessizlik, sonra bir korku daha… Ve ben o korkularla ördüm bu duvarı.
Belki de o akşamdı. Ablamın sustuğu, rüzgârın perdeyi kıpırdattığı, kimsenin kimseye bakmadığı bir akşam. “Önemli değil,” demiştim, sesim ince bir çizgi gibi kaybolmuştu odada. O cümleyle koydum ilk taşı. O günden sonra, her sessizlik bir taş oldu elimde.
Deniz o zaman da vardı.
Her sabah aynı yerde uyanıyorum; suya eğildiğimde yüzümü değil, duvarın gölgesini görüyorum.
Duvar büyümüş, ben küçülmüşüm.
Her gece dalgalar gelip onu yıkıyor, ama sabah yine taş taş üstüne dizilmiş buluyorum. Sanki biri benden gizli yeniden örüyor.
Eskiden “korunmak” sanırdım bunu. Kendimi saklamak, başkalarının yaklaşmasını engellemek.
Ama zamanla fark ettim, kimse zaten gelmiyordu. Duvar, dışarıyı değil, içeriyi kapatıyordu. Beni kendimden koruyordu belki de. Ya da ben öyle sanıyordum.
Deniz konuşuyor bazen.
Söylediklerini tam duyamıyorum ama ritmini tanıyorum.
Bana hep aynı şeyi fısıldıyor gibiydi bir zamanlar; duvar suya düşmeden önce.
“Sen yanlış yeri koruyorsun.”
Ne demek istediğini o zaman anlamadım.
Şimdi anlıyorum: Ben suyun değil, taşın tarafındaymışım.
Bir gün bir taş eksik kaldı. Ellerim titredi. Koyamadım yerine. Eksiklik ürkütücüydü, eksiklikten içeriye bir ışık sızdı.
Küçük, utangaç bir ışık.
Bana dokunmadı ama duvarın içini ısıttı. Belki de duvar beni korumak için değil, beni unutturmak için vardı.
Eksik kaldı, o taş…
O ışık uzun süre duvarın içinde gezindi. Taşların arasındaki boşlukları yokladı, gölgelerin biçimini değiştirdi. Bazı taşlar ısındı, bazıları ağladı sanki.
Kokusu deniz gibi değildi, ama dalga gibi kıpır kıpırdı. Bir anlığına, unuttuğum bir nefesin hatırası geçti içimden.
O günden sonra her taş bana bir şey hatırlattı:
Bir çocukluk sesi, bir sessizlik, bir vedanın yankısı…
Hepsi taşlaşmıştı. Ben onları tutmak istedikçe sertleştiler, taşların ardında sıkıştım.
Zamanın geçtiğini anlamıyorum artık. Güneş hep aynı yerden batıyor. Belki de günler dönmüyor, sadece suyun yönü değişiyor. Dalgalar aynı sesi çıkarıyor, ama ben her defasında farklı bir yankı duyuyorum.
Bir gece dalga sessiz geldi. Yıkmak için değil, dokunmak için…
Duvarın önünde durdu, taşların arasından süzüldü. Suyun elleri benden yumuşaktı.
Korkmadım.
İlk kez duvarın ardındaki denizi görmek istedim.
Düşündüm:
Duvar benim değilmiş. Ben duvarın hayaliymişim.
Belki beni korumak istemişti, ama ben onu korumak için yaşamıştım.
Elimi taşa koydum. Soğuktu ama tanıdıktı. İçimdeki bütün cümleler o soğukta eridi.
Bir ses duydum; belki dalgadan, belki içimden geldi:
“Hiçbir şey kalıcı değildir, sen bile.”
Duvar o gece sessizce çöktü. Ne bir toz bulutu, ne de bir çöküş sesi. Sadece taşlar kendi ağırlıklarını bıraktı su ve toprak arasına. Ve ben ilk kez, kendimi duvarın dışında buldum.
Sabah olduğunda, deniz hâlâ oradaydı. Su sakin, gökyüzü açık, duvar yoktu.
Ama ben hâlâ vardım; kendimle, çıplak ve korunmasız. Belki ilk kez gerçekten öyleydim.
Suya eğildim. Yüzümün çevresinde küçük dalgalar oluştu. Taş gibi değildim artık; su bana dokununca şekil değiştirdim.
Korkmadım.
Belki de var olmak buydu: Bir dalganın gelip seni biraz daha silmesine izin vermek.
O an anladım: Var olmak duvar örmek değil, her dalganın gelip seni biraz daha silmesine izin vermekti. Çünkü bazen kaybolmak, hatırlamanın en saf hâlidir.
Dalgalar hep aynı sesi çıkarır:
yıkar, geri çekilir, sonra yeniden gelir.
Ama duvarların dili yoktur.
Susarlar, beklerler, unuturlar.
Belki de insan, bir gün o sesi duyduğunda
taş olmaktan vazgeçer.

Eylem Akdere, İngilizce Öğretmenliği mezunu ve Montessori eğitmeni. Ankara’da
kendi okulunu kurdu. Yazmak hayatında hep vardı; önce çocukları anlamanın ve onlara seslenmenin
yazmaktan geçtiğini anladı, sonra yetişkinlere yazarak duygularını sağaltmanın iyileştirici yanı ile tanıştı. Distopya Akademi’de aldığı eğitimler ve katıldığı atölyelerle öykücülüğünü derinleştiriyor. Çocuk edebiyatı çatısı altında bir öyküsü kolektif kitapta yer aldı. Hayatın her noktasında, kelimelerle yeni başlangıçlar arıyor.

