Zeynep Tezel
Galerileri, müzeleri gezen sanatsever kişilerin bu mekânlarda doğum yaptıklarını görürseniz sakın şaşırmayın. Sevin onları.
Bilenler bilir, bir nev’i ana rahmidir o mekân. Orada hem doğar, hem doğururlar. Dokuz ay on günü bir çırpıda yaşayıp kısmî acı çeken de olur, doğum bitip mekândan çıktıktan sonra acısı günlerce süren de… Kimisi de, acılarıyla, zamanın keskin bir köşesinde aniden yüzleşiverir. Hatta farkında olmadan doğuranlar da vardır. Bazılarının bu süreçte zihinleri bulanır. Başkalaşırlar. Genelde acı veren doğumlardır bunlar. Tuhaftır bu durum. Yeni dünyaya düşüşün mutluluğunu da bunaltısını da yaşarlar.
Ancak farkında olanların kaygıları hiç bitmez. Sinsice çoğalır bu varoluşsal acılar, hatta kendilerine özgü diller üretirler. Sonra da çeşitli sunularla yaşadıkları sancıları, kaygıları görünür kılarlar. Dillerini de çözdüyseniz, ötelemeyin ve sevin onları.
Hadi ama… Yeter artık… Nereden çıktı bu bulantı? Midem kasıldıkça anlatacaklarımı unutuyorum.
Doğumu, bir nev’i ölüm gibi algılayanlar da var. Bahsettiklerim ölüm mutluluğu gibi oldukça tuhaf, oksimoron bir durum yaşarlar. Derrida, “Ölümün zarureti en çok mutluluk ve zevk anlarımda musallat olur bana. Pusuda bekleyen ölümden zevk almak ve ona ağlamak benim için aynı şeydir,” demiş ya, bu kişiler de hem doğar hem doğurur aynı zamanda ölümü de kendilerine özgü tadarlar. Kaygılıdırlar, suçluluk duyguları vardır. Ancak her durumdan sadece kendilerinin duyumsadıkları bir tat alırlar. Ötelemeyin onları. Zira Jacques Derrida gibi kendilerine karşı savaştadır onlar. İçsel dünyalarında yapı sökümünü deneyimliyorlardır. Aynı benim gibi.
Bulantım arttıkça etrafımdaki nesneleri, kişileri tam algılayamıyorum. Başkalaşıyorlarmış gibiler. Metamorfoz mu diyorlardı bu duruma?
Sonunda, nihayet yetiştim. Serginin süresi bitmeden gezebildim. Duvarları bembeyaz bir galeriydi. Siyahın tonlarında sıra sıra tablolar asılmıştı. Adeta hepsi birbirini tamamlayan büyük bir resimdi. Bir tünelden geçiyormuşçasına tuhaf bir his bırakıyordu insanın üzerinde. Beyaz duvar bittiğinde dar, ara bir bölmedeydim. Karşılıklı iki duvar ayna ile kaplıydı. Boş duvarın üzerinde ise kanvas baskı bir tablo asılıydı. İçimdeki kıpırdanmalara boş vererek aynı Maria Ilibarne Hunter gibi gözlerimi ayırmadan resmin içindeki küçük pencereden dışarıya ve görünen kişiye -hayır yanıldınız benim gördüğüm manzara değildi- o tuhaf kişiye bakıyordum.
Hişşt mi? dedi birisi. İçimde tedirgin kıpırdanmalar var. Bu da ne şimdi? Sis mi indi birden?
Dar ara bölmede tabloya iyice yaklaştığımda birisinin Nietzsche dediğini duydum. O sırada muhtemelen ben de Maria Ilibarne gibi baskı tablonun önünde ayrıksı duruyordum. Aynı bir düşün içinde bir sonraki esnaya hazırlanıyormuş gibi. O ses susmadı ve fısıldadı. “Nietzsche der ki, insan, rüyaları boyunca istikbaldeki yaşamının idmanını yapar,” dedi. Etrafıma bakındım. Ben ve iç içe geçmiş, gittikçe küçülen birçok ‘ben’ vardı. Başkası yoktu. Hayır, birisi değildi konuşan, içimdeki birisi bana sesleniyordu. Debeleniyordu. Hatta dışarı çıkmak istiyordu. Şaşkındım. Sakinleşince çok soru sormaya başladı. Önceleri aldırmadım. Hemen Victor E. Frankl’ın kuralını uyguladım. Basitti kural, tüm soruları dürüstçe cevapladım. Sormadığı hiçbir şey hakkında konuşmadım. Tükenmeyen soruları vardı.
“Bu yapma tablo kimin eseri?”
“Juan Pablo Castel’in.”
“Juan Pablo Castel kim?”
“Ernesto Sabato’nun ‘Tünel’ isimli kitabının başkahramanı, bir ressam.”
“Küçük pencereden görünen kim?”
“Bir adam.”
“Çığlık mı atıyor?”
“Evet.”
“Neden çığlık atıyor?”
Ancak bir zaman sonra kendimi bir kurban köle gibi hissedince öfkelendim ve ayrıntılı cevap vermeye başladım.
“Pencereden bakınca manzara olması lazımdı. Ancak biri Edward Munch’un resmindeki çığlık atan adamını yerleştirmiş manzara yerine.”
Kıpırdanmaları canımı acıtıyordu. İçimde önce bir yenidoğan ağlama sesi, sonra sızlanma, ardından bir çığlık, en son olarak da sessiz bir kahkaha duydum. O’nu ilk olarak aynalardan süzülen turuncu ve kırmızı ışığın yansısında gördüm. Ben aynaların arasındaydım ve tüm yansılarımda “O” vardı. Başını iki elinin arasına almış kaygıyla bana bakıyordu. “O”, doğmuştu. Evet, ”O” doğmuştu. Ya da “Onlar”.
Peki, bana ne olacaktı?
Tüm gücümle düşünmeye çalıştım. Doğum varsa ölüm de vardı. Beni öldürmek ister miydi? İsterler miydi? Bilmiyordum ama asla ölmek istemiyordum. Hızlıca kendimi sanat galerisinden dışarı fırlattım ya da fırlattığımı sandım. Gördüğüm tuhaf manzara karşısında kalakaldım.
Hayır, sis değil bu. Bir tür bunaltıdan kaynaklanan körlük… Tüm yaşadıklarım mideme vuruyor. Bulantım devam ediyor.
Ne yürüyebiliyordum, ne geri dönebiliyordum. Birçok kişi vardı ve hepsi başlarını ellerinin arasına almış, çığlık atmaya hazırlanıyorlardı. Kimisi o çığlığı atıyor kimisi atamıyordu. Düş görüyor olmalıydım. Hepsi ölüymüşüm gibi suratıma bakıyorlardı. Ama yaşıyordum. “O” ya da “Onlar” da içimde yaşıyorlardı. Kaygım gittikçe yükseliyor, ben de dehşet içinde onlara bakıyordum. Sanki her iki ayna da benimle birlikte sokağa fırlamıştı. O an, son dönemde çok fazla Borges okuduğumu düşündüm.
Düş görüyorum. Kesin düş görüyorum. Uyanmalıyım.
Böylelikle, “Bir düş görüyorum, uyanmam lazım,” diye haykırdım.
O yenidoğan ya da doğanlar içsel seslerim, doğduğunu fark ettiğim içimdeki kaygılı yüz ya da onlar, aslında hepsi, kocaman açılmış gözleriyle aynalardan yüzüme bakıyorlardı. Benden beklentileri mi vardı?
İçimden seslendi bana. Yine. Onlardan biri. Yeniden. Belli ki susmayacaklardı artık. Anlamıştım.
Borges’in geçmiş zamanda çok kötü davrandığı küçük bir çocuğun büyüyünce karşısına dikilip kurduğu cümlelerinin aynısını yüzüme haykırarak tekrarladı.
“Adalet eylemi bu, onun için ölmelisin.”
Oysa benim için ölmeden ölmek de çok değerliydi. Bu durumu paylaşmalıydım.
İçimdekilerin de Borges’i çok sevdiği belliydi. Oyunlarını fark etmiştim. Durur muyum? Hayır. Tutamadım kendimi, ben de aynı Borges’in cümlesi ile cevap verdim.
“Bir şey yapabilirim,” diye haykırdım.
“Nedir?” diye sordu biri.
“Uyanırım,” dedim.
Borges “Ve uyandım,” demişti.
Ancak maalesef ben Borges gibi uyanamadım. Sanıyorum, benim ki, daha uzun süren bir uyanış hikâyesi…
Bulantım devam ediyor. Kolay geçmeyeceği belli oldu.
Bir anda, çığlık atan ya da atamayanların çoğunun ne Derrida’yı ne Victor E. Frankl’ı ne de Borges’i bilmediğini fark ettim. Onların kaygılı dünyalarını anlamanın ve basit cümlelerle de konuşmanın önemini düşündüm.
İşte tam o sırada, tekrar duydum. Birisi hişşşt, dedi.
Sanıyorum anladınız. Artık birçok çığlıkla yaşayacağım. Anlatacağım.

Zeynep Tezel, Fransız Dili ve Edebiyatı mezunu. Tahsin Yücel, Berke Vardar gibi değerli hocalarıyla geçen üniversite yıllarından çok sonra 2022 senesinde yeniden edebiyat dünyasına döndü. Varlık Yayınları, Hikâyeci gibi dergilerde, İshak Edebiyat gibi dijital platformlarda, Eylül, Dışarıda Kalanlar, Ayna Meselesi, Anne Gölgesi, İstanbullu Öyküler gibi çeşitli kolektif kitaplarda öyküleri yayımlandı. Distopya Dergisi’nin yazarları arasında yer alan Tezel, 2023 Edebiyatist Kristal Kalem Öykü Yarışması’nda kısa listeye kaldı ve seçki kitabında öyküsü yayımlandı. Yazı yazabilen kişi olmak için çabalıyor.