Elif Özge Karakaya
Rüzgâr taşıyor bu kez sesi. Esintiye zeytin ağaçlarına asılı kalmış yaraların çığlığı ilişmiş. Zeytin ağaçlarının peşine düşüyorum. Ağaçlar beni kuzeye götürüyor. Tanıdık bir çığlığın izi, nereye gideceğimi fısıldıyor.
Sabahın ilk ışıklarıyla Bergama’ya varıyorum. Bergama’nın eteklerinde, zeytin ağaçlarının arasından kıvrılarak yükselen toprak bir yolun sonunda sessiz bir kalıntı beliriyor, Bergama’nın dışına açılan eski bir yolun sonu: Asklepion.
Taşların suskunlaştığı, geçmişin hâlâ soluk aldığı bir yer.
Bir zamanlar şifanın tapınağı olan bu yerde, şimdi sessizce bekleyen taşlar arasında yürürken, “yara” kelimesi dolanıyor dilime. Eski Türkçe’de “yara” sözcüğünün kökü, “yar-” fiiline dayanır. Yarılmak, bölünmek, açılmak… Aynı zamanda bir şeyin iç yüzünü görmek. Bir yıkımın ardından açılan boşluk gibi, belki de varoluşun başladığı yer.
Asklepion’a giden kutsal yol, zamanın elleriyle ovulmuş mermer taşlarından oluşuyor. Her adımda, geçmişin yankısı yükseliyor toprağın altından. Şimdiye kadar yitirilmiş bedenlerin, dertlerin, fısıltıların sesi sanki hâlâ taşların çatlaklarında gezinmekte. İnsanı sağaltmak için kurulmuş bu kutsal alan, şimdi yıkımın estetiğini taşıyor üzerinde. Duvardaki her çatlak, bir yarıktan fazlası değil. Belki de insanın kendine varmasının yolu, tam da bu çatlaklardan geçiyor.
Sütunların üstünde dönen yılanın hayaleti, bir zamanlar olduğu gibi şimdi de iyileşmenin simgesi. Yaralanır, derisini bırakır, yeniden başlar. Eski Türkçedeki “yar-” kökünden gelen “yara”, sadece acı veren bir boşluk değil, aynı zamanda yeni bir kabuğun, yeni bir anlamın başlangıcına dönüşüyor bu sefer de. Bu yüzden Asklepion, yalnızca bir tedavi merkezi değil; bir iç yolculuk mekânı oluyor. Ruhun ve bedenin birbirine değdiği, acının ve iyileşmenin aynı bedende buluştuğu bir eşik.
Tapınağın merkezine geldiğimde, taşların arasında çömelip avuçlarımla soğuk zemini yokluyorum. Yüzlerce yıl öncesine ait bir serinlik yükseliyor elimden omzuma doğru.
Zihnimde sorular beliriyor: Bir medeniyetin şifayı bu kadar görkemli bir şekilde taşlara yazması, aynı zamanda kendi kırılganlığını da kabul etmesi anlamına mı gelir? Yarası olmayan toplumlar, şifa arar mıydı? Bergama’nın kalbinde yükselen bu yapı, bir yaranın kabulüydü belki de. İnsan olmanın kaçınılmaz, ilkel gerçeği.
Sorularımla ilerlerken şehrin altına gizlenmiş bir başka yarıkla rastlaşıyorum: hafıza. Her bir taşın belleğinde kayıtlı olan o sessiz anlatılar.
Yara kelimesinin köküyle oynarken, bir başka anlam daha doğuyor zihnimde. “Yar”: sevgili. Eski dilde yara ve sevgili arasındaki ince bağ: ikisi de içe işler, ikisi de sarsar. Belki de sevgiyle yara aynı yerden doğar. Asklepion’un sütunları arasında ilerlerken, zamanın bana sarıldığı bir sevgili gibi hissediyorum kendimi. Kırık dökük taşlar, birer hikâye gibi önümde uzanıyor. Dokundukça çoğalıyor.
Bir zamanlar yalnızca bedenin değil, ruhun da tedavisine tanıklık etmiş, bugünse arkeolojik bir alan olarak tanıtılan bu taşların arasında gezintime devam ediyorum.
Buraya gelenleri düşlüyorum. Yalnızca kırık kemiklerini, sancıyan midelerini değil; unutulmak istenen anılarını, geceleri uyutmayan düşüncelerini, suskunluklarını ve içsel dağılmalarını da taşıyanları düşünüyorum. Asklepion, dışarıdan bakıldığında sütunlar ve taşlardan ibaret görünse de aslında onun bir yaranın açık kalabildiği bir yer olduğunu hatırlıyorum.
Kimi, savaş sonrası konuşmayı unutmuştu. Kimi bir sevdiğini toprağa vermiş, ardından duygularını da gömmüştü. Bazısı uykuyla baş edemiyor, bazısı yalnızca susmak istiyordu…
Düşüncelerime kapılıp giderken yerin altına inen tüneli görüyorum.
Karanlık, soğuk, kıvrımlı. Ses yok. Bu tünel, sanki insanın kendi içine doğru attığı ilk adımı simgeler nitelikte. Kaçılmayan, bastırılmayan bir karanlık. Bir nevi içsel iniltilerin yankılandığı dar bir geçit.
Geceyi tünelde geçiren hastalar, sabahleyin gördükleri rüyaları rahiplere anlatırmış. Rahipler dinler, not alır, ama açıklamazmış. Çünkü Asklepion’un öğretisine göre:
“Her şey açıklanmak zorunda değildir. Ama anlatılmak ister.”
Bu anlatma, bir iyileşme biçimiydi. İçeride saklanan, bastırılan şeyin dışarı çıkması, bir nevi yaranın hava almasını sağlamak. Belki de bu yüzden Asklepion’da şifa, yalnızca ilaçla değil; anlamla mümkün olurdu.
Asklepion’dan çıkan biri “iyileştiğini” her zaman hissetmezdi belki. Ama çoğu, kendi içindeki sessizlikle ilk kez barışmış olarak ayrılırdı. İyileşme burada, eskisi gibi olmak anlamına gelmiyordu. Tam tersine, artık eskisi gibi olmamayı kabullenmekti.
Asklepion’un tiyatrosuna doğru ilerlerken eşlik eden düşüncelerim şöyle fısıldıyor; “tiyatro, yıkımın ve varoluşun en kadim sahnesi. İnsanın kendini dışarıdan izlediği bir ayna. Burada hastalara oyunlar sahnelenirmiş, umut uyandırsın, bilinç titreşsin diye. Yaranın üstüne örtülen bir tül, bir ezgi. Ve belki de yaranın kendisini biricik kılan o ezgidir: Kendi şarkısını söylemesi.
Yıkımın ortasında doğan bu sanat, varoluşu yeni baştan kurmak için bir zemin. Çünkü her yara, içeri sızan ışığa açılan bir kapı gibidir. Kimi zaman bir kent yıkılır, bir duvar çöker, bir hayat parçalanır… Ama o kırığın içinden sızan şey, bazen en hakiki varoluşun ta kendisi olur.
Asklepion’un taşları, bir zamanlar düşen gövdeleri, inleyen dilleri, çırpınan kalpleri taşıdı. Şimdi ise o titreşimleri, adımlarıma fısıldıyor.
Bergama’nın rüzgârı eserken arkamdan, son bir kez dönüp bakıyorum tapınağa. Yara izi gibi kıvrılmış yollar, taşların üstündeki yosunlar, geçmişin fısıltıları… Hepsi bir bütünün parçası. Yıkımın içinden çıkan sessiz bir haykırış gibi. Ve o haykırış, insana ait en kadim ezgi: kendi gölgesinden bile kaçamayan varlığın yalın şarkısı.

Elif Özge Karakaya, Marmara Üniversitesi Alman Dili Edebiyatı Bölümü’nü yarıda bırakıp Ekonometri Bölümü’ne başladı ve oradan mezun oldu. Ancak bir süre sonra kendini IT sektöründe çalışırken buldu. Tüm bu yolculuğunda kitaplar ayrılmaz eşlikçisi oldu. Yaratıcı yazarlık, mitoloji ve psikoloji dersleri alarak kendini geliştirmeye, kitaplarla yeni yolculuklara çıkmaya devam ediyor. Bu süreçte iki kolektif kitapta öyküleri yer aldı ve şimdi ‘Virgülle rafa kaldırdığı defteri’ yazmaya devam ediyor; bu kez, daha belirgin bir mürekkep kullanarak.


