Emel Altuntaş
Bahar sarsıcı bir sanatçıdır. Çok sesli bir giriş yapar. Bütün uykuculara dokunur ve en acayip düşlerinden uyandırır onları. Sahneyi bedeniyle, sesiyle doldurur. Haki çerçeveler içine, renkleri serpiştirir. Sürekli oluşup akan nehirler boyar. Lezzetli ve tuhaf ya da zehirli sözler yazar topraklar üstüne.
Güzel Persephone’nin yeraltından çıkış biletidir bahar ve böylece karanlık ve uzun bir düşten aydınlığa açar gözlerini.
Logos’u mitosa dönüştürerek değişen biz, sözün yalnız ve tek sahibine bugünden seslensek ve desek ki “Bu düşün sonunda gözlerimiz nereye açılacak? Umutlu bir uyanışa mı? Umut öyle kendiliğinden olabilen bir şey mi?”
Eğer bir şansı varsa insan, bu soruları önce kendine sorar, başka birçoğu ile beraber. Cevaplar suya yazılmıştır, öyle ki sürekli değişen bir akıştadır bu su. Yazıyı yazan el de tıpkı bu su gibi değişip devinmektedir. Bu dünyaya kendini gerçekleştirmek için gelen kişi, kurduğu düşün peşinde koşar ve hazzettiği her ne ise onun için zamanından daha fazla hibe eder. İçimizde büyüyen heveslerin, yakıcı, delici ilerleyişi ile derinlerde bir yerde varoluş için savaşmaksa düş, mücadeledir. Düşü gören onun efendisidir, demiş bir bilen. Sağlam uyanışlar, derin düşlerle beslenir.
Siyah çocukların kralının tek hayali, onları özgür bir hayata uyandırmaktı. Bir köleyi özgürleştirmekte en zor olansa onu köle olmadığına inandırmaktı. Ama düşün sahibi, sarsıcı iklimi ile esti gürledi ve vazgeçmedi. Öyle çok kişiye dokundu ki uyanmayan bir tek siyah çocuk kalmadı.
Her ne kadar sistem önlemini almaya devam etse de insan, düş kurar. Buna mecburdur, çünkü O olmanın, başka yolu yoktur. Dün, bugün ve yarın; sadece düşlerde değil, gerçek dediğimiz yaşantıda da üstümüze çullanırken, şu meşhur piramidin basamakları arasında ömür çürütenleri de anlamak gerekir. Bir hayvandan farkı olsun diye büyük bedeller ödeyerek tırmanır ve zemin öylesine kaygandır ki en aşağı düşmemesi işten bile değildir. Ağrı ve acıyla oluşan kocaman bir boşluğun kasılmalarıyla bulanır içleri zavallıcıkların ve ya doğar ya da kusar içindekini ve bu ikisi de bir yere taşır onları, boşluğun giderek büyüdüğü bir yere. Gerçek sandıkları ve önemsedikleri birçok şeyin zaman kaybı olduğunu görürler. Kimse yalan söyleyemez artık. Bu, iyi olmayı ve iyiliği, güzelliği aramayı hedefleyen bir yer olamaz, çünkü öyle bir yer ya da şey yoktur. Sadece ilerlemek vardır, durmamak.
Uyanış, harekete geçmek ve devinmekten başka genzi yakan acı bir kaşık bal yemek gibidir. Şifa bulmak kaçınılmazdır. Fakat bu yolculuğu gerçekten istemek ve iyi bir hazırlık yapmak gerekir.
Uzun kış gecelerinin karanlığında susmak ve beklemek, tefekküre açmak gibidir gözleri. Ayaz Ata, çocuklara hediyeler dağıtırken, kabuğunun içinde kıvrılıp derin bir uykuya dalar doğa. Bembeyaz bir karanlığın içine çekilmiştir ve bu derin düşüş, yeni başlangıçlara sancır. Uykucu bir kadın gibi üşengeç ve sağırdır, kış. Baharı müjdeleyen, kanatlı, kanatsız, durucu ve koşucu arkadaşlara kulak asmaz, gelmesin ister hatta kapısına. Hep böyle uyusun, tatlı tatlı. Sabahın alacasında, uykunun en tatlı, mahmur anlarında basar zile çelimsiz parmaklar. Yüzü yoktur henüz ama gülüşü görünür, merak uyandırır insanda. Zavallı küçük şey, acaba kim oluyor da basıyor o düğmeye, diye düşündürür insanı. Kadın da böyle düşünür ve kulaklarını yumuşacık yastığına bastırarak devam etmek ister, uyumaya. Diğeri hangi cüretle bilinmez, basar zilin düğmesine. Bağırır, sıcacık yatağından üşenerek; “Kim o?” diye, kadın. Dışarıda, kapının hemen önünde ayaklarını yere vurur, sabırsızlıkla ve bekler cevap vermeden, çelimsiz şey. Isınmaya, sıcak bir ikrama, karşılanmaya ihtiyacı vardır. Fakat kadın, yerinden kalkmaya bile üşenmektedir. Ses etmez. Daha önce olduğu gibi kendiliğinden vazgeçip gitmesini bekler. Oysa kış bitmek üzeredir ve bu sefer korkunç bir merak sarar kadını. Onu bilmek ister ve çıkıverir sıcak kovuğundan.
Uyanan insan artık geri dönemez. Ne bıraktığı yer eskisi gibidir ne de kendisi. Yolunu aydınlatan sözler susar, kişiler kayboluverir. Kurduğu düş her neyse, kendi başına gerçekleştirmenin telaşı içine düşer. Bu bir bakıma da özgürlük duygusudur ve ne çeşit bir şeyse yalnızlaştırır insanı. Sahte bir güvenlik çemberi oluşturup kalabalıklar arasında kaybolmak mı? Yoksa bu, hiç de şen olmayan içsel uyanışla özgürleşmek mi?
Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. Bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. “Aklını kullanma cesaretini göster!”
Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın, tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar ve aynı nedenlerledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek, başkaları için de çok kolay olmaktadır.
Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü. Başkalarının denetim ve yönetim işlerini lütfen üzerlerine almış bulunan gözeticiler, insanların çoğunun, bu arada bütün latif cinsin ergin olmaya doğru bir adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için, gerekeni yapmaktan geri kalmazlar. Önlerine kattıkları hayvanlarını önce sersemleştirip aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle yasaklarlar; sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeye kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini bir bir gösterirler. Oysa onların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek böyle bir tehlike gerçekten büyük sayılmaz; çünkü bir kaç düşüşten sonra bunu göze alanlar sonunda yürümeyi öğreneceklerdir. (Immanuel Kant / 1784 /Aydınlanmanın Manifestosu)
O gözeticiler, kendi çıkarları için büyük kitleleri yalancı baharlarla harekete de geçirebilirler. Tek istedikleri biraz daha para ve hükümranlıktır. Az biraz daha ve biraz daha hatta hepsi için buna değer. Onlar, yerin üstünde ve altında ne varsa tek sahibi olduklarına inanırlar ve bu büyük kalabalığı, birbirlerine boğdurarak meşgul ve bu şekilde yok ederler. Artık İsrafil’leri sura üflemiş ve bahar gelmiştir. Kudurmuş insan seli, birbirlerinin gözünü oyarak, birbirlerini boğarak uyanır. Onların olmayan olamayacak bir düşün içine hapsolurlar. İnsanlıklarından eksilirken mağaralarında kendi güdük inançlarıyla mutlu ve güvende olmak isterler. Artık derslerini de almış bir halde gözeticilerine biat edeceklerdir.
İçindeki seslerin farkına varan ve böylece içsel yolculuğa çıkan insanların vedasıdır, uyanış. Her şeyin baş döndürücü bir hızla değiştiği başka bir boyuta adım atmıştır akıl. Artık düşlere yön verecek olan da odur. Herhangi bir gözetici, yönetici veya seçilmiş birini istemez. Fakat ne yazık ki o kadar da kolay atılamayacaktır bu adım. Özgür bir birey olabilme aşamasında görünmez bağlarla geriye doğru çekilir insan. Biri kulağına eğilip “Sen kendini ne sanıyorsun?” diye fısıldar. “Şu kadarcık beyninle mi sorulara cevap arayacaksın, geri dur bakalım. Hem senin yapacak tonla işin var. Bu devasa çark nasıl dönecek, öyle herkes kendi aklınca düşünüp kendi dilince konuşamaz. Nankör olma, saygılı ol.” Kulaklarını tıkar, gözlerini yumar akıl sahibi ama o birinin oyuncakları, çok çetindir. Ayağını kaydırıverir çoğunun. Korku ete kemiğe bürünür ve en yakın dostu olur, kalabalıkların. Sanki bütün hikaye, bir zamanlar yazılmış, onlar da bunu yaşamak zorundaymış gibi yeniden uykuya geçerler ve bu kış hiç bitmesin isterler. Rahatlarını biri bozmaya kalkacak olursa önce onlar biner tepesine. Uyanış ve içsel yolculuk zavallı insan için neredeyse bir hayaldir. Gizli bir el tembellik yapmasına dahi izin vermez. Gözler üstündedir. Hiçbir şey olmazsa filler tepinmeye başlar ve cephelere sürülürler, hem de bile isteye. Orada pis bir siperde ölür insan ve filler uzlaşana kadar gömülmeyi bekler. Onunla beraber insanlık da gömülür. Neyse ki her zaman bahar gelir ve insanı sarsarak kendi yolculuğuna çağırır.
Tefekkür insanı doğurur, kıştan sonra gelen baharın doğurganlığı gibi. İnsan düşünmeye ve düş kurmaya başlamıştır bir kere. Yıllarca debelendiği hayatın kargaşasından kendi yalnızlığına doğru fırlar. Üzerine atılmış ağdan kurtulmak, ayaklarına takılmış prangaları sökmek, bileklerindeki kelepçeleri açmak ister.
Demagogların pornografik dilleri kulaklarının içinde yuvarlanırken ağzını kapatır sıkı sıkı. Çünkü bunlar laf cambazıdırlar, sesini bile çalarlar insanın. Kendi çağının Morpheus’udur -morfinidir- bunlar. En güzel düşleri avlamak için fırsat kollarlar. Onların tuttuğu meşaleler, seyirlik gölgelerden başka bir şey sunmaz insana.
Güvenli karanlığından çıkmayı başaran kişi, uyanmıştır. Artık onu ne avutabilir ki? Düşler mi? Beni bulmak ve onu uyandırıp yapılandırmak için düşlerden başka sarılacak bir şey bulamaz insan.
Sanatçı sarsıcı bir kargaşa yaratır, düş ve gerçek arasında. Oradan seslenir, insanlara. Gerekirse bir uyurgezer gibi kolları sıvayıp, dalar mağaralarına onların.
“Tek bir şansınız var, verilmiş tek bir fırsat. Susun ve dinleyin, bakalım ruhunuzdan yükselen ses size ne diyor. İnsanı, bir nevi ölüler haline getiren cehalet uykusundan uyandırana teşekkür etmek ve böylece yeniden diri olmak için haydi, buradan çıkalım.”

Emel Altuntaş, Bafra’da doğdu. Uludağ Ün. İ.İ.B.F Maliye bölümünden mezun oldu. İkinci üniversite olarak Anadolu Üniversitesi Açık Öğr. Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü tamamladı. Uzun yıllardır devam eden profesyonel sigortacılık kariyerinin yanı sıra yapıya gönül verdi. Edebiyat dergilerinde yayınlanan öykülerinin yanı sıra, kolektif olarak yayınlanan Uykunun Gözleri adlı öykü kitabının da yazarlarından biri oldu. Ayrıca müzik alanında çalışmalar yapan Altuntaş, şu an ilk bireysel bir öykü kitabının hazırlıklarını da sürdürüyor.

