Benan Bilek
Gecem, gündüzüm, hepsi birbirinin içine geçti artık. Her bir an kaleydoskop dürbününün içindeki onlarca parça gibi; bir aradayken güzel görünse de hepsi kırık dökük gerçekte. Zaman ne, yer ne, farkında değilim artık, hatta kim olduğumu bile unuttum. Yeni değil bu hallerim. Yavaş yavaş gittim her yerden, her şeyden, herkesten.
Çok seven kendimden sevgiye inanmayan bir kadına dönüşüyorum. Dürbünü çevirdikçe birileri, dönüşüyor, değişiyor, çok gibi gözüküp yok oluyorum.
Oldum olası sevmem eski hayatlarda dolanmayı. Eski evler, heyecanlandırmaz beni öyle. Meraklı değilimdir o odalarda kimler uyumuş, o salonlarda kimler ağırlamış. Kapıyı açarken burnuma dolan küf kokusu beynimin hücrelerine nüfuz ettikçe daha da mutsuz olurum. Eşyalara dokunmam, duvarlara bakmam, sevmem. O gün o eve bir son için gittim. Kimse gitmediği için. Bir tek ben girebileceğim için hatta. Her şeyin bittiği gün. Ya da başladığı.
Eskilerde gezinmek boşuna yaşamış olmanın mutsuzluğunu yaşatıyor bana belki de. Bu ev de terkedilmiş hayatların izleriyle dolu başka evlerden farksız aslında. Neyi neden yaptığını bilmiyor, sonra da ölüp gidiyorsun işte.
Saçma bir koşuşturma içerisinde yapamadıklarının birikmesi hayat.
Hayallerinden her gün daha da uzaklaşmak, hatta hayal kurmayı bile unutmak. Şimdi bu ahşap basamaklardan çıkıp ulaştığım bu odada, onun nelerden vazgeçtiğini düşünmeden alamıyorum kendimi. Üçüncü basamaktaki o imzalı kitap… Ah o isme imzalı kitap. Yarım kalmış bir hayalin yalnız hatırası artık sadece.
Herkesin görür görmez ona benzettiği bir yeğene düştü vedasının ardından yalnız bir evi toparlamak. Halam yapayalnız olmayı seçti hâlbuki, ben seçmedim. Kendi duygularından ibaret yaşadı yıllarca. Bir tek ben biliyordum onun kalabalık iç dünyasında mutlu olduğunu. Başkaları deli dedi. Deli değildi, biliyorum, başka duygular, başka şeylerdi onun yaşadıkları. Hayal kırıklığı. Vazgeçmek. Vazgeçmek zorunda kalmak. Tüm bunların karşılığıydı halam benim için. Kendime üzülür gibi üzüldüm ona. Onu sevmek kendimi sevmekle özdeşti. O gidince kendimi de gider buldum.
İnsan toplumda kalmak için vahşileştikçe kendisine yabancılaşıyor yazmış adamın biri, bir yerlerde. Kendisine yabancılaşmamak için toplumda olmamayı reddetti o. Pencere önünde hayata küs oturur sanırlardı ara sıra uğrayanlar, mesela babam, mesela annem. Hatta kardeşlerim. O hiçbir şeye küs değildi, hayallerinde yaşamayı seçti. Mutlu, rengârenk, neşeli geçmişinin içinde.
Ailenin çınarı diye bilirdim onu çok küçükken. “Böyle değildi, sonradan koptu her şeyden” dedikleri zamanlarda da aynı kaldı benim için, sadece benim çınarım olarak kalmış olsa da büyüdüğümde. Sıradan bir yaşamın içinde, sıradan halledilebilir sorunlar için tasalanmak bile mutluluk verebilirdi babama, anneme, herkese. Oysa halamın kalbi sıradan değildi, tasalanmazdı kimse için. Onun hayatı hepimizin yaşadığından farklıydı. Halamdı işte.
Kimse bilmedi onun nerede kaybolduğunu, hiçbirimiz anlamadık. Boğazındaki düğümlerin söylenememiş eski öfkelerin ve özlemlerin küçük yumruları olduğunu da anlamadı kimse. Hani seviyorlardı? Hani önemliydi halam herkes için. Sevdiğinden vazgeçmeyen bir ben miydim? Neden yalnızlaştırdık onu bu kadar? Ya da neden yalnızlıkla çoğaldı kendi içinde. Sonra büyük bir boşluk. Kimsenin uğramadığı evin yarıda kalan hayalleriyle mutlu kadını. Terkedilişin değil gidememenin boşluğu. Geride bırakamadıklarının onu geride bırakışı.
Kuyu çıkmak içinmiş, sessizlik bağırmak için. Çıkmak istemedi kuyusundan, sevdi kendi ördüğü bu başkalarına karanlık gelen soğukluğu. Sessizce bağırmıştır, kim bilir, kendi duyacağı kadar bağırmıştır sanki. Ben sadece renklerini bildim onun, sesini unuttum sonra.
“Yeniden iyi biri olabilir,” dedi babam bir akşam evde, “Bu mümkün. İstemiyor ki?” Akşam yemeği sonrası kahve içerken laf olsun muhabbeti işte. Sanki ilgiliymiş gibi ama aslında değil. Sanki umurundaymışçasına ortalama sözler, ama değil. Sanki anlıyormuş gibi ama hiç değil. babama göre iyinin anlamıyla benimki birbirinden ne çok uzakta… Gitseydi halam o adamın koluna girip, aşkının peşinde koşan kadın olarak saygı görecekti belki de. En azından çok sevgili kardeşi, o herkese akıl veren babam öyle görecekti onu. Gitmedi. O romantik sözlerle hayatının merkezine oturan adamın, kendisine sarf ettiği cümleler kadar güzel bir geçmişi olmadığını öğrendiğinde vazgeçti onunla gitmekten. Tek bir an. Bir anda vazgeçti her şeyden. Gidemezdi ki. Ben de gidemezdim. Ona her ay dünyanın en güzel kitaplarından hediye edip ilk sayfasına tarih düşen ince ruhun bir işkenceci olduğunu anladığı gün vazgeçti ondan. Kendinden. Bilmediği zamanlardaki kadına kapandı, hayata kapılarını kapatarak. Onun bir akşam elinde bir küçücük bavulla evden çıkıp tekrardan geri dönüşünü bir film izler gibi izledik hepimiz. Neden geri döndü bilmedik. Anlamadık. Ben bile anlamadım. O büyük aşkın küçük tanığıydım, hiç anlamadım.
Birinin sizi evcilleştirmesini kabul etmişseniz, gözyaşı dökmeyi de göze alacaksınız.
Halam gerçeği gördüğü halde görmezden gelebilmeyi başarsaydı, mesela annem gibi ya da babam, eminim şu an ben bu dokusuna hüzün sinmiş ahşap zeminli odada bunca mutsuzluğun içinde onu özlemezdim. O kabul etmedi, gözyaşı da dökmedi. “Biliyorum,” dedi ve bilmenin getirdiği sancıyı bedenine hapsedip sadece kendinde yaşamayı seçti. Bilmek nasıl bir sancı, ben o zaman öğrendim. Öğrenmek nasıl bir acı? Nasıl bir yalnızlık… Gözümün önünde oldu her şey. Tam da aşkı öğrenmeye başladığım yıllarda. Sevdiğim adamın bana yazdığı notları her okuduğumda bir şeylere inanmamaya başladım ben. Benim yalnızlığım da tam o zamanlarda başladı.
Dünyaya kin kusuyorsun da unutuyorsun. Unutmak belki de en kolay çözüm. Ya da en zoru. Halamın yalnız dünyası ailesinin kapısını bile aralamak istemediği kadar çaresiz geldi herkese. Haftanın bir günü, bazen iki de oluyordu, bir şekilde uğrardım ona. Halama gittiğimi söylediğimde babam saçımı okşayarak “iyi yapmışsın” dediğinde onun ne kadar sahte olduğunu düşündüm elimde olmadan. Kendini rahat hissediyordu ben ona gidince, kendi gitmiş gibi huzur içinde içiyordu kahvesini. Bizden biri gitti rahatlığı. Ah baba… Dünya ne kadar saçma bir yere gidiyor diye ahkâm kesiyorsun ya haberler falan izlerken, dünya sen böyle olduğun için böyle. Farkında olmadığın her şey seni bu dünyada daha da anlamsız kalıyor ve sen anlamıyorsun.
Her şeyi olması gerektiği gibi ve kadar yapan her insan gibi, el ele kötünün asla iyiye dönüşemeyeceği bir evren yaratıyorsunuz.
Annem –ki laf olsun diye, eminim- halamı sorduğunda bir gün sana, “bitki gibi yaşıyor işte,” demiştin, hatırladın mı? Benim için söylemişsin gibi içim acıdı bu söze baba. Bayramdı, o bayram bir tek halama gitmedik. Herkese kutu kutu baklava götüren bonkör elin bir tek halamın kapı zilini çalmadı. Bitkiler tatlı yemez değil mi baba? Oysa bitkiler insana benzer, yalnız bir kez yerinden sökebilirsin. Sen halamın o gece neden geri döndüğünü hiç bilmedin baba. Sorsaydın söyler miydi sana o bol mezeli, balıklı rokalı rakı sofranda sohbetle müziklerle ağırladığın adamın, amcamın iskelet haline gelene kadar işkence görüp sonra kapı önüne bir çuval gibi atılmasına sebep adam olduğunu? Büyükbabamın kalp krizi geçirip sonra yıllarca bir yatağa bağlanıp kalakaldığı zamanı hatırlıyor musun baba? Bitkiye dönüşseydi bile güneşe arkasını dönmezdi, büyükbabam döndü. Amcamın bir daha asla eski oğlu olamayacağını anladığı zaman gitti aslında o dağ gibi baban. Ailemiz yitti aslında amcam bir başkasına dönüştüğünde. Halam kime neden verildiği bilinmeyen cezanın, o korkunç intikamın tek sorumlusunun sevdiği adam olmadığını biliyordu bilmesine de, o kuklalardan birinin elini tutmayı hiç istemedi işte. Bir daha da kendine bile dokunmadı halam tam da bu yüzden; ne saçlarına, ne boynuna, ne de sadece kendi kollarının sarabileceği bedenine.
Tüm bunları bilseydin baba, sarar mıydın halamı eskisinden de sıkı? O gidişten vazgeçmenin nedeninin aslında bizi sevmek olduğunu anlasaydın bu kadar yalnız kalır mıydı biricik kız kardeşin? Bilmedin. Ben de söylemedim, yeryüzünde gecikmişliğin ilacı yoktur. Sen bilmeyerek sevememeyi seçtin halamı.
Şimdi onun eşyalarını toparlamak için gönderdiğin bu evde sadece pencerede uçuşan perdeler, kumaşı eprimiş bir koltuk ve onlarca tarih düşülmüş kitaba bakıyor, bu renksiz gibi gözüken evin her köşesinde halamın hayallerinin renklerini duyumsuyorum. Bu kapıyı son kez kapatıp onu maviliğine uğurlayacağım kalbimde. Gülümseyecek neşeyle. Bana kitaplarını verecek yine, “bunu mutlaka okumalısın” diyerek, ben okumuş gibi yapacağım ama o ellerden çıkan sevgi sözcüklerini görmemek için kapaklarını bile açmadığım kitapların ilk sayfalarını yırtacağım bu kez, bu evden çıkmadan. O sayfalar rüzgârla temizlenir belki yollarda uçuşurken. Halamı hayallerinin renklerinde bırakıp onun “hiçbir şey göründüğü gibi değildir canımın içi” sözleri kulağımda, kendi karanlığıma uçacağım ben de. Kimseye inanmayarak.

Benan Bilek, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü’nde okumak için geldiği İzmir’de yaşayan bir İstanbullu. Öğrencilik yıllarından bu yana iletişim sektörünün farklı dallarında görev yaptı. Metin yazarlığından ajans başkanlığına, dergicilikten senaryo yazarlığına uzanan iletişim deneyiminin sonunda yolu sanata vardı. Un elekleri üzerine ipliklerle yaptığı resimlerle pek çok kişisel sergi açtı; “Yaşam Elekleri” atölyeleri düzenledi. Türkiye’nin izleyicisi sadece kadın olan ilk stand-up projesini hayata geçiren Bilek’in Gece Tuşları, Duvarlar Şahit, Çin Çin Çini Mini Hanım, Rezene öykü kitaplarının yanı sıra Punta – Bir Meyhanenin Romanı adlı eseri bulunuyor. Bilek, öykü yazmaya, sahne gösterilerine, özel atölye çalışmaları ile kasnak ve elek üzerine ipliklerle resim yapmaya devam ediyor.


