Zeynep Pınarbaşı
Fenerin taş merdivenlerinden çıkarken ayakkabılarında deniz tuzu ve kum vardı. Parmak uçlarıyla duvardaki pas lekesine dokunduğunda babasının eve gelişini düşündü. Islaktı, tuzlu su giydiği ceketi sertleştirmişti. Çizmelerindeki yosunun çürümüş kokusunu duydu.
Aniden çocukluğundaki fener bekçisinin sesi kulaklarında çınladı:
“Rüzgâr doğudan eserse; balıkçılar, rüzgâr balıkları ısırır,” derler. Rüzgâr doğudan geldiğinde denize girmezdi. Girdiğinde tüm bedenini bir kaşıntı tutar, balıkların onu parmak uçlarından başlayarak yiyeceğini düşünürdü. Balıklar neden ısırırdı, hiç sormadı.
Kapı tokmağı gıcırdadı. Paslanmış tokmak onu tutmaya çalışanlara soğuk bir gıcırtıyla selam veriyordu. Avuçlarında kalan yeşil kınalı izler korkunun izlerini andırırdı. Korkuya benzer bir duygu kapladı içini. İçerideki küf kokusu ona babasının sığındığı kulübeyi hatırlattı. Gıcırdayan tahtaların arasından alttaki boşluğu görürdü. Bir insan boyutunda açılmış çukurun içinde babasının ölü bedenini düşlerdi. Korkardı o çukurun içine düşmekten.
Çocukluğunda bir kez o kulübeye saklanıp babasını bekledi. Onu beklerken içindeki kıpırtılar tüm odayı sardı. Pencereden kayalıklara baktı. Denizi görme hevesiyle parmak uçlarına yükseldi. Bir adam kıpırdamadan orada duruyordu. Sindi pencere altına, babasını beklerken yalnızlığına, rüzgârın fırtınayı haberdar eden sesi eşlik etti. Çıkıp gitmek istedi. Çukurdan bir ses geldi. Babası oradaydı. Her zaman yaptığı gibi homurdanarak yatağın içinde dönüyordu.
Koşarak indi fenerin merdivenlerinden harabeye dönmüş kulübenin kapısında dikildi. Paslanmış kapı kolu avuçlarına yeşil, kınalı bir iz bıraktı. Radyoda uzaklardan bir ülkenin şarkısı yükseldi. Çocukluğundaki radyo kulübede asılı duruyordu. Fişi prizde değildi. Cızırtı çoğaldı. Acı bir çığlık yükseldi. Tiyatronun sesi odada yankılandı. Aniden durdu. Kadını öldürdüler mi diye düşündü. İhanetin mi ölümün mü çığlığı? Cızırtı düzeldi. Meteoroloji hava durumunun bozacağını ilan etti. Dalgalar yükselecek, babasının kulübesine kadar gelecekti.
Eve gitmem gerek. Annem merak eder.
Çekmecedeki günlüğü buldu. Sayfalar nemden şişmişti. Yazıların mürekkebi akmış, sayfalar yapışmıştı. Sular yükselmeye başladı. Yırtık sayfanın üstünde ismini gördü. Babasının ona yazdığı yazılar vardı okuyamadı. Neyi itiraf etti, diye düşündü. Babasının sırları vardı, orada kalacaktı. Yerdeki tahtaları tıklattı. Çukurundan çıkmasını istedi. Sular yükselecek. Yırtık sayfanla kaybolma… Babası homurdandı. Yeniden karıştırdı sayfaları, silik bir mürekkep lekesinin altından belli belirsiz, “kızıma” kelimesini gördü. Yaklaştırdı, kelimeleri seçmeye çalıştı, yazının tamamı kaybolmuştu, arada görünenler kalbini fenerin ışığı gibi aydınlattı.
Babam beni sevmiş
Babasının son gün dediklerini düşündü. “Babalar ölmez söner, söndüğünde kendi fenerin olursun. Eğer kırık bir fener varsa tamiri sen yaparsın. Ben yağmur sularının içinde denize kayıp kaybolacağım. Yüzmeye çalışma. Kendini affedersen beni de affedersin.”
Özlü sözlerle, yılların pişmanlıklarını kucağıma oturtuverdi. Yapmadıklarını, affetmeye yükleyip kendi mezarının içinde huzura kavuşmanın ümidiyle, yırtık sayfalardaki anlamsız itiraflarında rahatlatıverdi kendini.
“Hey paşam sen şimdi cennet mi düşlüyorsun?”
“Nasıl konuşmak o?”
“Madem kendimi affedecekmişim, o zaman affedeceğim şeyler yapayım sen gitmeden?”
“Sen de haklısın. İyi baba olamadım.”
“Öyle olmamakla oluyor mu? Bilmek, kabul etmek.”
Pencereden fırtınayı izlerken avuç içlerinde damarlarının kaynadığını hissetti. Terlemeye başladı. Böyle bir hastalık vardı. Azıcık teniyle oynadığında lavların fokurdadığı di mi? Damarların içindeki kan oynamaya başlıyordu. Camdaki yansımasıyla yüzleşmeye çalıştı. Epeydir karşılaşmıyoruz. Hırçınlık kutuna neler sığdırdın. Pencere titredi, eski ahşap pervazlar çatırdadı. Babası ve dedesinin eski fotoğrafını gördü camın yansımasında. Siyah beyaz kırklardan kalma fotoğrafta babası dedesinin elini sıkıca tutmuştu. Aralarındaki boşluğa bir insan sığardı. Giriverdi o boşluğun içine. Dedesinin elinden tuttu. Diğer koluyla babasına sarıldı. Kırmızı bir elbise vardı üzerinde. Siyah beyaz fotoğrafın ortasında kırmızı bir çiçek gibi durdu. Zamanı geriye sarmaya başladı. Işık kayboluyorken hafızası ona başka oyunlar oynadı. Fotoğrafın ortasına siyah beyaz bir kız çocuğu düştü. Babası kız çocuğunu itekliyordu. Direndi kız. Her yerden silindim, buradan yok olmayacağım, dedi.
Fenerin ışığı dönerken gölgeler bir dansçının eteğinde salınarak oynuyordu. Birkaç kez döndükten sonra ışık onu yuttu. Işığın içinde bedeni titremeye başladı. Sonra kırıldı. Paramparça olunca ışık onu denizin içine savurdu. Her bir parçasını başka bir balık yuttu. Ertesi sabah balıkçıların ağlarına takılan balıklar kusmaya başladı. Teknenin içinde bir ışık büyüdükçe büyüdü, süzülerek deniz fenerinin içine girdi.
Yapışmış sayfaları hızla çevirdi. Taradı. Okumaya çalıştı. Avuçlarına mürekkep izleri yerleşti. Gözleri büyüteç olmuş silik yazıları birleştiriyordu. “Şimdi anlıyorum” diye mırıldandı. “O gece doğurdu annem beni” deniz kabarmış, dalgaların boyu insanı aşarken deniz fenerine vuran suların sarsıntısında çığlık çığlığa doğurmuştu beni. Babamın kulübesinde bir mektubun içine saklanmıştı varlığım, babam çukurunu kazarken öğrenmişti bir kızı olduğunu. Babam doğumla ölümünü harmanladı toprağın içinde, kendini gömerken ben sessizliğime gömüldüm.
Cebimdeki anahtar paslı, avuçlarımda yeşil kınalı bir iz. Yaşamanın cezasını ışığın dönüşündeki buruk izlere yükledim. Denizin ansızın yükselmesiyle babam çukurunda boğuldu. Rüzgâr doğudan esiyordu, balıklar ısırdı ellerimi. Tuzlu su, kulübenin içinde babamı sarmalarken kükredi. Balıklar parmak uçlarından başlayarak yemeye başladı onu. Deniz feneri titredi. Işığın aydınlığı kilometrelerce uzağa gitti. Dönüşü yoktu, ruhu çekildi kumların arasına. Ufuk çizgisi yırtıldı, morluklarla dolu sonsuz bir dünyanın içinde kendi yalnızlığına hapsedildi ruhu. Umut ölmüştü, çoktan terk etti hepimizi. Babam var mıydı yok muydu? Deniz fenerinin ışığı yeniden döndü.
Bu fener benim. Kendini arayanlara sığınak, kendini bulamayanlara hapishane. Şu yandaki kulübede tahtaların altında bir mezar kazılı içinde bir ayna. Tahtaları kaldırıp baktığında kendini tanıyanlara dönüş açık, baktığında kendini bulmayanlara ise bir veda.
Bu fener benim, dönüp dolaşıp geldiğinizde beni bulacaksınız.

Zeynep Pınarbaşı için her şey mektuplarla başladı. Sonra şiirler geldi. Ardından iç dökmeler… Yıllar kelimeleri kovaladı, o da peşinden gitti. Şimdi sırada öyküler var. Yazdı, yazıyor.


