YUSUF ZİYA BEYZADEOĞLU
Trene bindiğinde pencere camına yaslanan alnında toz ve ter karışımı bir tabaka oluşmuştu. Dışarıda uçsuz bucaksız bozkır ufukla kesişiyordu ama o kadar beraber, aynı zamanda o kadar ayrıydı ki… Gördüğü bu tanıdık kırık dökük evlerde geçen onlarca hikâyeyi düşündü. Esen rüzgâr sürekli onlardan parçalar götürüyordu. Rüzgârı zamana benzetti. Rüzgâr da bir şeylere ilaç olur muydu?
Cebinden çıkardığı eski mektup da zamana yenik düşmüştü ama yazıların silinmesinin bir önemi yoktu. Kaç yıl olmuştu? Babasının el yazısının her detayını ezberlemişti. Küçücük harflerin ufacık farklılıklarından bile anlam çıkarmaya çalışmıştı yıllarca. Babasının mektupta söyleyemediklerini belki farklı yazılmış iki harf anlatmaya çalışıyordu ona gizli bir fısıltıyla. Belki kâğıt tam oralardan buruşmuştu, vurgulamak için babasının anlatamadıklarını.
Aniden istasyonda gördüğü yaşlı adamın yüzünü anımsadı. Belki de gölgeler yardım etmişti yüzünün babasına benzemesine. Yüzündeki çatlakları tam aynı yere yerleştirmişti zihni. Göğsündeki taşı tekrar hissetmişti. Mektubun cebinde olduğunu her hatırladığında, göğsünde hissettiği o taş.
Ev terk edilmişliğin ağır kokusunu taşıyordu. Kapıyı ittiğinde kokladığı rutubet yine elini cebine götürmesine neden olmuştu istemsizce. Sanki bu nemin mektubu iyice eskitmesinden ve yok etmesinden korkmuştu. Taş evin serinliğini derisinde hissetti. Derin nefesler almak istedi içini soğutmak için. Nasıl oluyorsa, içine giren serinlik bile içini acıtıyor gibiydi. Hatıraların ağırlığı, belli ki içinde taşıdığı taşın içine gizlenmişti. Ve o sandalyeyi gördü. Zamana sadece gıcırtı çıkaracak kadar yenilmişti. Zamanı suçlamak istedi adaletsizlikle. Babasının öfkesini dindiğin anlamına gelen o gıcırtı.
Babası hep o kırık sandalyeye otururdu. Babası ancak sandalyeye oturduğunda, tekrar hissedilirdi evin serinliği. Ancak o zaman korumasını beklemezdi küçük bedeni sürekli dikiş diken annesinin. Babasının öfkesi dinince bir ağıt başlardı annesinin duraklarından. Işığın altında dikiş diken annesi… Ne kahkaha ne ağlama ne hareket. Her hatıradaannesi sürekli dikiş dikiyordu. Annesinin ağıdı, sandalyenin gıcırdaması gibi, babasının öfkesinin durduğunu söylüyordu. Zamanın gücü bu fotoğrafı silmeye de yetmemişti. Ellerinin kırışıklığına kadar hatırlıyordu. Tarlaların eskitemediği ellerisanki bu dikiş eskitmişti. Ne güneşin ne bulutun uğradığı taş evde tek bir lamba, tek bir anne sürekli dikiş diken. Ne bir çocukluk anısı tarlalarda koşulan, ne bir taze yıkanmış çamaşır kokusu mutlulukla ve mandalla asılan. Sadece göğsündeki taş ve lekelerle dolu bir dikiş diken anne fotoğrafı.
Mezarlıkta rüzgâr ıslık çalıyordu. Taşın soğukluğu avuçlarına işlemişti. Eğer elini çekerse, ona hissiz olmayı öğreten babasının kızacağını düşünen bir ses keşfetti içinde. Buraya bunun için gelmişti. Şimdi sessiz ve savunmasız olarak yatan babasının küçükken ona hissettirdiklerini hissettirmeye. Toprağın üzerine bir taş bırakmak için, kalan kemiklerinde küçük de olsa bir acı hissettirmek için.
“Affet beni,” diye mırıldandı. “Seni ancak duyabildim,” dedi. Bu taşı babasının mezarının üstüne bırakırsa sanki babası kendisini affedecekti. Ona çok yakın, boğuk bir sesti uzun süredir duyduğu. Sanki ondan bunu istemişti babasının içindeki yankısı.
Dönüş yolunda bozkırın ortasında durdu. Gökyüzüne baktı. Olmamıştı. Bu geniş gökyüzü ona özgürlük hissi vermemişti. Hiçbir engel yoktu önünde birkaç kısa ağaçtan ve evden başka. Görmemek istedi gökyüzünü. Bulutlar bozkırın rengini eziyordu. Göğsü daraldı. Rüzgârı koklamaya çalıştı. Kokusu gelen kuru çalılar sanki içine girip içine batıyordu.
“Şimdi anlıyorum,” diye geçirdi içinden. Bu topraklar ezmişti burada yaşayan insanları. Hayatı boyunca bu topraklarda ezilen kendisi, annesi ve babasıydı. Toprağa basan oydu, ama toprak eziyordu onu. Adım atmak istedi ama ayakları sanki kök salmıştı toprağa. Canı acıyordu, adım atamıyordu. Bu toprakların böyle bir tarafı vardı: İnsanı kök salmak zorunda bırakan, sonra da o kökleri toprağın altında ezen, hiçbir kaçış yolu bırakmayan bir taraf. O büyük taşı koyarak göğsündeki taşı bıraktığını sanmıştı babasının mezarına ama göğsü hala doluydu. Hem de daha fazla. Babasının acısını duydu içinde.
Yaşarken babasını annesini ezen bu topraklar zaten yeterince acı veriyor olmalıydı babasının kemiklerine. Babasının sadece bugün değil, yaşarken de kaçışı yoktu. Babasının mezarına koşmaya başladı. Babası, bugün onun içindeki taşı yok edemezdi. Ama bir şekilde sanki acı çektirerek bu topraklardan gitmesini sağlamıştı. Aynı harflerin farklı yazılışında ve mektubun kıvrımlarında aradığı o gizli mesaj,bu olmalıydı. Babası, kendisinin yıllarca taşıdığı bu toprakları,oğlunun içinde sadece bir taş olarak taşımasına olanak sağlamıştı.
Dönüş yolunda aklında iki fotoğraf vardı: Annesinin dikiş diken görüntüsü ve babasının mezarından kaldırdığı o büyük taş. Gücü buna yetmişti. Mektubu çıkardı cebinden. Evin serinliği mektubun arasına sıkışmıştı. Kokladı, kokladı ve ağladı. Endişe etti içindeki annesinin fotoğrafı ıslanır mı diye.
- Bu öykü Kapadokya Edebiyat Buluşmaları’nda Yazar Hakan Akdoğan liderliğinde gerçekleşen “Birlikte Yazıyoruz” oturumunda yazılmıştır.


