Elçin Çakmak Erarslan
Elindeki makasın ucunu bir an için havaya dikip onuruna içilecek kadeh gibi yavaşça kaldırarak, “Hoş geldin beyim,” dedi berber. Tahsin, kapının kenarında duran şemsiyeliğe ayağının ucuyla dokunarak içeri girdi. Pencere kenarındaki derisi yer yer çatlamış koltuğa yerleşmeden, “Hoş bulduk,” dedi. Cebinden defterini çıkartı. On ikisi, perşembenin üstüne çarpı koydu camı kırık kol saatli eli. Bir tek çarşambaları tarihsiz, boştu.
“Az işim kaldı beyim. Tam vaktinde alacağım seni. Oğlum sen de gel şuraları toparla,” dedi berber. Çırağın, berberin önündeki usturaları topladığını bilse dahi o tarafa hiç bakmadan, “Eyvallah,” demekle yetindi. Tahsin saati çalışmasa da her hafta aynı gün aynı saatte ayak basardı dükkâna. Az sakallarını kısalttırır, ensesini toparlatır, kalın kaşlarını düzelttirirdi. Onun geleceği gün cam kenarındaki koltuk hep boş olurdu. Sadece su içer bazen düşüncelere dalardı. İşte öyle zamanlarda saatlerce kalırdı dükkânda, ışıklar yanıp gece olana kadar.
“Yeni komşumuzla tanıştın mı beyim? Yazarmış. Öğretmen sandıydık. Mürebbiye gibi giyiniyor, saçlar örgülü. Küçüklükten hatırlarım, bizim karşı Ermeni komşunun çocuklarına gelirdi bir mürebbiye. Yoksa bizim fakirhanede mürebbiye ne gezer. Büyük küçüğe bakardı. Öyle büyüdük dokuz çocuk.”
“Yazar demek,” dedi Tahsin gözlerini karşı apartmanın cumbalı odasına çevirirken.
“Dün dükkâna uğradı. El yazılarını daktiloda yazacak birine bakarmış. Beyim üstüme vazife değil lakin aklıma sen geldin. Koskoca kâtip dedim, o yapar. Tabii söylemedim. Sormadan yapar mıyım? Ama hani özledim yazmayı dersin ya hep.”
Tahsin berberin ağzından çıkanları bir bir tartarken, berber bir daha onunla konuşmadı. Tahmin ederdi berber, Tahsin’in düşüncelerinin balçık gibi oluşunu. Saplandı mı çıkamazdı saatlerce. Ensesini düzeltti, sakallarını kesti. Tahsin orada öylece oturdu. Akşam olup, dükkânın floresan lambaları yanınca gözlerini kırpıştırdı. Sevmezdi ışığı Tahsin. Işık demek tüm çirkinliklerin, kusurların görünmesiydi. Yerinden kalktı, “Hayırlı akşamlar,” dedi. Ayağıyla şemsiyeliğe dokunarak dükkândan çıktı. Sokak boyunca kafası önünde yürüyerek, soluğu ışıkları sönmüş lunaparkta aldı. Evi dışında huzuru bulduğu nadir yerlerdendi lunapark. Yüreğinde taşırdı tüm renklerini ama dışardan, kimsesiz, soğuk metal gibiydi. Tahsin lunaparkın metal kapısının önüne konmuş taşı itekledi, kapıyı kapattı. Aralık kapılar, kafasını iki yana salladı, sokak lambasının ışığının metaldeki yansıması, ışıkta parlayan ustura, yakasını çekiştirdi, dönme dolabın kırmızı koltukları, süzülen, göğsüne birkaç kez vurdu.
“Oo Tahsin oğlum gel gel,” dedi bekçi.
“Neden bıraktın?” dedi Tahsin.
“Ne diyorsun oğlum?”
“Kapının önüne taş koymuşsun.”
“He o mu? Yazar Hanım akşam gelebilir miyim dediydi o yüzden bıraktım açık.”
“Kapattım.”
“Tamam sen geç otur açarım ben.”
Tahsin dökük kulübenin hemen önünde duran yağ tenekelerinin yanına, siyah tabureye oturdu. Ayağının ucu tenekeye değdi, ittirdi azıcık. Başı çatlayacak gibiydi. Gözlerini kırpıştırdıkça sanki dönme dolap dönüyor, arabalar hareket ediyor gibi geliyordu. Bugün belli ki huzur vermeyecekti lunapark. Tam kalkıp eve dönmek için hareketlenmişti ki bekçi yanında Yazar’la göründü. Berberin dediği gibi mürebbiyeleri andırıyordu kadın. Mavi elbisesinin kolları ve yakısı beyaz, saçları örgüyle yukarıda topuzdu. Elinde bir sürü kâğıt.
“Yazar kızım, Tahsin,” diyerek tanıştırdı ikiliyi bekçi. “Hadi geç kızım sen de otur ben bir çay koyayım.”
“Ben,” diye lafa girecek oldu Tahsin.
“Gitmek yok. Biliyorum sadece su oğlum.”
“Merhaba,” diye elini uzattı Yazar.
“Merhaba,” dedi Tahsin elini uzatmadan. Sevmezdi dokunmayı. Son dokunuş, buz gibi eller, açık ağız, soluk gözler. Kadın tebessümle yetinerek Tahsin’in karşısına oturdu. “İsminiz neydi?” diye sordu Tahsin.
“Yazar.”
“Gerçek isminizden bahsediyorum.”
“Bilmem hatırlamıyorum. Her isim benim artık. Ne istersem o oluyorum.”
“Öyle diyorsanız.”
“Hem anlamsız buluyorum. İsimleri yani. Birileri size o ismi koydu diye neden onu kullanmak zorunda kalalım ki?”
Birileri, diye düşündü Tahsin. Anne ve bir de… Kalbi bir dönme dolap misali önce çıkışa sonra ani inişe geçti. Haklılığına kafa sallamakla yetindi.
Sessizlik o kadar uzadı ki, Yazar, “Hep buraya mı gelirsiniz, yani akşamları,” diye tekdüze sordu.
“Bazen. Peki ya siz? Nereden taşındınız?”
“Ankara’dan.”
“O zaman burada geçicisiniz. İsminiz?”
“Yok işte ismim.”
“Nüfus cüzdanınız?”
“Kullanmıyorum,” dedi kadın sanki bir objeden bahsedermiş gibi olağan.
“Otelde kalacak olsanız?”
“Vermiyorum. Hem biliyor musunuz?” Çok önemli bir sır açıklayacakmış gibi Tahsin’e yaklaştı. Çemberi ihlal edilmiş bir çocuk edasıyla geri çekildi Tahsin. “En son kaldığım otele vermedim mesela. Öyle düşüncelerinde yer ettim otel sahibinin. Bence bu daha eğlenceli.”
“Yer ettiğinizi nereden biliyorsunuz?”
“Yazar bir arkadaşım söyledi,” dedi kadın kıs kıs gülerek. Ama ne dudakları ne suratı değişti. Ses sanki ondan değil de çok uzaklardan geliyordu. Tahsin irkildi. Yerinde huzursuzca kımıldandı. Sohbet hoşuna gitmiyordu. Garip kadındı Yazar. Belki tüm kadınlar garipti, hiç bilemedi Tahsin. Gerekmedikçe sohbet etmezdi kadınlarla. Kulaklarında sadece annesinin sesi, “Oğlum,” diye çınlardı, ya uykuya yakınken ya uykuda.
“Peki sizin hikayeniz? Sokakta herkesle tanıştım. Katiplikten erken emekli olmuşsunuz.”
“Çarşambaları,” dedi Tahsin. Çarşamba. Annesi okuldan gelen Tahsin’i kucakladı. Tombul yanaklarını sevdi, ıslak öpücükler bıraktı. Peşi sıra mutfağa girdiler. Kadın işkembeleri eline aldı, upuzun, beyaz, yumuşacık. Annesinin bacak arası gibi. Dizinde yatarken sokardı kadının eteğinin altına ellerini, yumuşacık, bembeyaz. Okşardı. Zamanla pörsümüştü ama gene de sıcacıktı. Annesi ince ince doğradı işkembeleri. Dangur dungur kapı açıldığında sıçradı ufak Tahsin. Dan.
Bekçinin arkasından kulübesinin kapısı hızla kapandı. “Çaylar, suyun,” dedi. Tahsin bir dikişte içti. “Patrona kağıtları bırakacağım, siz rahatınıza bakın,” dedi bekçi. Tahsin’in rahatı da huzuru da çoktan korku tünellerinin derinliklerine yol almıştı.
“E çarşambaları diyordunuz,” dedi Yazar.
“Çarşambaları çalışmazdım. Sonra kabul etmediler.”
“Sırf çarşambaları mı? Neden?”
“Yatarım çarşambaları. Uyurum yani tüm gün.” Tahsin artık cevap vermek istemiyordu lakin karşısındaki Yazar sanki kalemini oynattıkça onun hikayesini yazıyor, ağzından her şeyi bir bir söküyordu. Yılan, diye düşündü. Çarşamba, yumuşacık işkembeler, dangır dungur açılan kapı, yılan diye haykıran…
“Ben artık gitsem iyi olur,” dedi Tahsin kolundaki saate bakarak. Yerinden kalkmadı, kal diyecekti şimdi Yazar, anlat diyecekti. Tahsin ayağıyla yağ tenekelerinden birini ittirdi.
“Saatiniz size ne söyledi?”
“Pardon.”
“Kırık ya hani, çalışmıyor. Ben de sevmem çalışanlarını. Neden ihtiyacımız olacak ki saate? Öyle ya da böyle geçiyor zaman. Geri alamadıktan sonra.”
Tahsin başka bir tenekeyi ittirdi. Şimdi bacakları, bedeni zangır zangır titriyordu.
“Sizi ilgilendirmez, yani saatim.”
“Yadigâr mı? Böyle şeyler sizi kopartmaz zamandan. Dediğim gibi anlamsız, zaman da yadigâr da isim de.” Elini havada salladı Yazar. Sonra devam etti, “Çarşambaları diyordunuz. Lütfen, lütfen anlatın.”
“Ben,” dedi Tahsin. Lafı, havai fişeklerle bölündü. Ardı ardına patlayan. Önce aydınlık sonra karanlık. Dangır dungur kapı açıldı. Leş gibi kokan babası, annesinin saçından tuttuğu gibi kadını odaya götürdü. Patlayan havai fişekler. Beyaz, solgun, ip gibi işkembe yerde kaldı, annesinin arkasında. Yatak odasının kapısının önünde açık dursun diye annesinin bıraktığı taş, aralık. Tiz bir çığlık. Havai fişekler lunaparkın soluk metallerini parlattı, ışık değen sonra kanlı bir ustura. Dangır dungur kapı kapandı. Şimdi odada bir Tahsin bir işkembeler. Tahsin saatler sonra yerinden kalktığında önce işkembeleri topladı. Annesinin odasına yürüdü kısa bacakları, taşı ittirdi. O ittikçe kapı açıldı. Duvarda yirmi bir şubat çarşambayı gösteriyordu takvim. Kadının kollarına dokundu, kırık saatini aldı. “Anne,” dedi Tahsin. Öldüğünü bilecek yaştaydı yine de “Anne,” dedi. Ne çabuk soğumuştu. Halbuki daha dakikalar önce sıcacıktı tenine değen eller. Annesinin eteğinin altından elini soktu. Bacaklarının içine ilerledi, pörsümüş yine de sıcak. Öylece kaldı günlerce. İşkembenin kokusu hiç gitmedi Tahsin’den. İşkembeler gibi annesi yerde, biri beyaz biri kıpkırmızı. İkisi de iz bırakacaktı zihninde. Sonrasını düşündü.
“Sonrası yok işte. Çarşambalar yok.”
“Harika. Çok teşekkürler. Çarşambalar yok. Bunu yazacağım. Bir gün olmasa ne olur değil mi? Evet evet haklısınız. Günler de anlamsız. Ben gideyim hemen, yazmam lazım. Kaçmaz bu anlar. Zaman, işte bir tek burada önemli.”
Tahsin giden Yazar’ın arkasından bakarken hayatının geceye benzeyen bir lunapark gibi olduğunu düşünüyordu. Ruhsuz, tüm neşesi çalınmış. Sonsuz düşüşü hiç bitmeyecekti. Böyle zaman zaman Yazarlar çıkacaktı belki karşısına, ona hayatının anlamsızlığını hatırlatan.
“Bu arada, iyi bir saat ustası var tanıdığım. Kuzgun motifli saatleri, bastonu olan. Ah şimdi hatırladım onu da ben yazmıştım, yok yani öldü. Hikâye de ama. Çarşambaları yazacağım, Tahsinsiz Çarşamba. Ah harika gerçekten.”
Yazar, sekerek lunaparkın derinlerinden kayboldu. Aralarda kısık kahkahalar yankılandı. Tahsin son kez tenekeyi itti.
Tahsin o haftayı evinde geçirdi. İlk sokağı çıkışında yine soluğu berberde aldı, döngü yeniden başladı. Elindeki makasın ucunu bir an için havaya dikip onuruna içilecek kadeh gibi yavaşça kaldırarak, “Hoş geldin beyim,” dedi berber.

Elçin Çakmak Erarslan, İstanbul’da dünyaya geldi. FMV Ayazağa Işık Lisesi’nden mezun olduktan sonra Yıldız Teknik Üniversitesi’nde İktisat okudu. Londra’da yaptığı stajın ardından Türkiye’ye dönerek aile şirketinde çalışmaya başladı. Bu süreçte Galatasaray Üniversitesi’nde Pazarlama ve Lojistik Yönetimi yüksek lisansımı tamamladı. Halen profesyonel iş hayatını ve yaşantısını İstanbul – Almanya arasında sürdürüyor. Edebiyat Atölyesi Dergisi 2023 Öykü Yarışmasında üçüncü olan Eraslan, yazı çalışmalarına da devam ediyor.


