Betül Çakıroğlu
Sıcak mı sıcak bir yaz günü. Herkesin terden iğrenç kokmaya başladığı o saatlerde hava birden buz kesti. Her şey dönmeye başladı. Akşehir döndü. Nasreddin Hoca Türbesi döndü. Sekiz yaşındaki Mehmet döndü. Bir hortum belirdi. Mehmet ona kapıldı. “Hortum beni Oz ülkesine götürmez umarım. Çünkü kırmızı ayakkabılarım yok,” diye düşündü.
Hortumun içinde bir ayna gördü. Etrafında sarmal şeklinde birbirine dolanmış kalın iplere benzeyen gri bir çerçeve vardı. Ayna Nasreddin Hoca Türbesi’nin yeşil çatısına yaklaşıp, durdu. Bir anda bir ışık çıktı. Önce yeşildi ışık, sonra sarı en son beyaz oldu. Çok parlaktı. Mehmet gözünü kaçırdı. Tekrar baktığında hortum gitmiş, dönme bitmişti. Ama ayna da yoktu. Aynanın içine saklayıp götürdüğü de yoktu.
Nasreddin Hoca Türbesi ile gitmişti. Mehmet şaşkındı. Fark etti ki, tüm Nasreddin Hoca hikayeleri de silinmişti. Mehmet koşarak eve gitti. Nasreddin Hoca fıkraları kitapları artık yoktu. Sadece sekiz yaşında olduğunu bir an aklından geçirdi. Ama yapacak bir şey yoktu. Şimdi o hikayeleri yeniden yazma zamanıydı.
Ayna uzayda ışık hızının üç milyon katında ilerledi. Ayna toprağa bir karış kala durduğunda bambaşka bir gezegendeydi. Nasreddin Hoca aynadan bir top gibi toprağa düştü. Gözünü açtığında karşısında kendini gördü. Sağa baktı, ayna sağa geçti. Yine kendini gördü. Sola baktı. Ayna sola geçti. Yine kendini gördü. “Yer gök ben olmuşum yahu,” dedi. Ayna uzaklaşırken üzerinde büyük harflerle şöyle yazdı:
Ye Kürküm Ye!
Hoca yavaşça yerden kalktı. “Beni de aldı gitti,” dedi içinden. Gökyüzüne giden buluta bakarken üç tane ay olduğunu fark etti. “Ay doğurmuş yahu,” dedi. Gece olmasına rağmen üç ay sayesinde hava akşamüzeri aydınlığındaydı. Üzerindeki toprakları silkeledi. Ama nasıl yapışkan bir topraksa üzerinden düşmedi. Cübbesi gibi yeşil olduğundan toprak sıkıntı olmadı. Sakalını sıvazladı. Kavuğunu yerleştirdi. Kuşağını düzeltti.
Hoca yürümeye başladı. Yeşil yapışkan toprağa ince çarıklarla basmakta çok rahatsız ediciydi. Sürekli bir bataklıktaymış gibi hissediyordu. Yürürken “Ah eşeğim, canım eşeğim,” diye bir türkü uydurdu. Bayağı yürüdükten sonra Hoca birini gördü.
O biri; biri değildi. Ama biriydi. O bir uzaylıydı. Başka bir gezegende olduğunu anladığından, bunun da uzaylı olduğunu anlaması için alim olmasına gerek yoktu. Ayrıca bu birinin dört kolu vardı. Bu da gayet açık bir durumdu. İkisi bizim gibi, ikisi belden çıkan kolar. Yine de Hoca Yaradan’ın yarattığı dedi. Seslendi.
“Merhaba.”
Sonra kendine güldü. Uzaylıca bilmiyordu ki!
Uzaylı yaklaştı. Hoca’nın ağzına doğru bir alet tuttu. Küçük bir şeydi. Hoca bir an çekindi ama bir daha “Merhaba,” dedi. Uzaylı aleti geri çekti. Alete doğru bir şeyler dedi. Nasreddin Hoca’ya “Çabuna, sabuna, makna, tata,” gibi gelen anlamsız seslerdi. Uzaylı aleti geri uzattığında şöyle bir ses çıktı.
“Merhaba Dünyalı. Burası Orza gezegeni. Benim ismim Sanbuna.”
Alet farklı dilleri çeviriyordu. Sormak isteklerini hemen alete söyledi.
“Adım Nasreddin Hoca. Aslında ben dünyada 1284 yılında öldüm. Buraya nasıl geldim bilmiyorum.”
“İlginç. Dünya şu anda 2025 yılını yaşayan bir gezegen. Orza 4113 yılında. Seni evime götüreyim. Sabah hükümete gider, gelen uzay gemilerine bakarız.”
Çaresiz “Olur,” dedi Hoca. Acaba ne kadar daha yürüyeceklerdi? Sanbuna;
“Bana tutun. Ben de sana tutunacağım.”
Zavallı Hoca neden diyemeden Sanbuna ayakkabılarının üzerindeki bir düğmeye bastı. Etrafı göremedikleri hızdaki yolcukları başladı. Sanbuna koyu sarı renkteki dört kolu ile de Hoca’yı sıkıca kavrasa da Hoca dua etmeye başladı. Aniden durduklarında Sanbuna “Geldik,” dedi.
Bu koyu sarı tene sahip adama gülümsedi. Dişleri pembe, dili mordu. Üzerindeki parlak sarı kıyafetler, koyu sarı teninden bir parçaymışçasına dardı. Gözlerinin yeşili insanlara benzeyen tek rengiydi.
Sanbuna’nın evine kocaman ama Hoca’nın hayatında görmediği kadar kocaman gökyüzünü kaplayan bir ağacın gövdesinden çıkılıyordu. Cam bir kutu düşeyde ve yatayda hareket ediyordu. Hızlıydı. Sanbuna’nın evinin önünde durdu. Bu şeyin adı asansörmüş. Evi de cam bir kutuydu. Onları getiren o asansör adındaki şeyin on katı büyüklüğünde bir cam kutu. Ev ağacın bir dalına asılmış gibi duruyordu. Hoca etrafına baktı. Bir sürü böyle ev gördü. Ağacın dallarında sallanan elmalar derdi Hoca evler yuvarlak olsa. Ama evler küp şeklindeydi. Eve girince karanlık olan her yer aydınlandı. Otomatik yanan kandiller yapmışlardı demek. Hoca Sanbuna’nın güzel bir döşek hazırlamasın beklerken elinde bir kumandayla geldi ev sahibi. Bir düğmeye bastı ve bir yatak çıktı.
Nasreddin hoca kavuğunu çıkardı. Yeşil cübbesini çıkardı. Kuşağını çözdü. Uyurum zannetti. Sağa döndü, sola döndü. Ama olmadı. O ayna neden onu buraya getirmişti? Dünyaya dönse ne olacaktı? Ölümünden bin sene sonra Dünya da onun için başka bir gezegenden farksız olurdu herhalde. Hoca düşünürken sabah oldu. Kuşağını doladı, cübbesini giydi, kavuğunu taktı. Sabuna’yı bir dolabın önünde dikilirken buldu.
“Günaydın.”
“Gün ve aydın. Ne demek tam olarak?”
“Günün aydın olsun demek.”
“Gün tabi sizin Güneşten gün oluyor. Değişik.”
“Siz ne dersiniz?”
“Selam. Sadece bu.”
Hoca Sabuna’nın yanında biraz daha durdu. Ama dolabın karşında öylece durduğunu görünce içeriye geçip oturdu.
Sabuna yanına geldiğinde üzerinde yeşil bir üst ve yeşil bir pantolon vardı.
“Biraz beklettim. Ama ne giyeceğime karar veremedim. Bu akşam bir parti var da. Hadi çıkalım.”
Hoca yavaşça kalktı; Sabuna’yı takip etti. İçinden gezegen değiştirdik, çağ değiştirdik hala mı kıyafet bir sorun arkadaş demekten alamadı kendini.
Orza binası denilen yere yine akşamki gibi geldiler. Bina dediysek tam da öyle bir şey değildi. Ağaç dalları arasındaki bir örümcek ağına benziyordu. Sabuna ile Hoca asansöre bindi. Parti için hazırlık varmış. Akşam partide başkanla görüşebilirsiniz dediler. Sabuna belinden sarkan kolları ile ellerini çırptı. Omzundan çıkan kolunu da Hoca’nın omzuna attı.
“Tamam o zaman. Biz de Orza’yı gezeriz. Süper fırsat!”
Hoca takıldı Sabuna’ya. Neler öğrendi neler! Gezegende tek halk ve tek dil vardı. Hoca’ya çok garip geldi. Sabuna da dünyada birçok ulus olduğunu biliyordu. 3. Sınıf gezegenler konusu beş sene önce zihnine aktarılmıştı. Orada dünya vardı. Yol yoktu. Herkes havadan gidiyordu. Ya ayakkabıları sayesinde ya da taşıtları. Toprak denen şey jöleye benziyordu. “Sizin toprak dediğiniz şey nasıl peki,” diye sorunca Sabuna; Hoca anlattı. Sabuna anlamadı. Çok güzel bahçeler gördüler. Havada büyüyen laleye benzeyen çiçekler vardı. Deniz kenarında Orzalılar balinaya benzeyen ama çok büyük bir balıkla konuşuyorlardı. Burada gün döngüsü on altı saatti. Hemen akşam oldu. Başkanla konuşmak için heyecanlı bir şekilde partinin yapılacağı yere gittiler.
Kapıda bembeyaz giyinmiş iki Orzalı vardı. Sabuna’ya baktılar. “Geç,” dediler. İkisi birden konuşuyordu. Hoca’yı durdular. Sabuna seslendi;
“Biz beraberiz. Başkanı görmemiz lazım. Adamcağız uzay gemisini kaybetmiş bir dünyalı.”
“Ne olduğu bizi ilgilendirmiyor. Kıyafet uygun değil.”
“Ben bu hikâyeyi biliyorum,” dedi Hoca içinden. Sabuna onu tuttuğu gibi bir mağazaya attı. Sonra da gülerek ekledi;
“Hadi sana kıyafet alalım. Bayılırım alışverişe.”
Hoca hızlıca bir uzaylı esvabı seçti. Kendi kıyafetine az çok benziyordu. Siyah bir pantolon giydi. Ama ağı şalvar gibi düşük değildi. Belinde bir kuşak vardı ama değişikti. Üzerinde beyaz içlik gibi bir şey vardı. Cübbe yerine de siyah ve daha kısa bir şey giymişti. Sabuna zorla ayağına o uçan ayakkabılardan aldı. Hoca bunları tabi ki kullanmadı. Tekrar parti yerine Sabuna’ya sarılıp gittiler.
Kapıya geldiklerinde beyaz ikili oradaydı.
“Buyurun,” dediler.
Sabuna önde Hoca arkada yürüdüler. Ah tespihi olaydı elinde. Birden onu özledi.
Sabuna başkana durumu anlattı. Hoca bekledi. “Buyurun lütfen misafirimizsiniz,” dedi başkan. Yanındaki yere Nasreddin Hoca’yı oturttular. Sabuna da başkanın öbür yanına geçti.
Parti Orza’nın Mada adındaki güneşten kopup gezegen olmasını kutlamak için veriliyordu. Değişik danslar ediliyordu. O sırada yemek geldi. Hoca ne olduklarını hiç bilmiyordu ama Sabuna ile de gün içinde bir şeyler yemişlerdi. Hoşuna gitmişti.
Nasreddin Hoca yemeğe baktı. Yemek Nasreddin Hoca’ya baktı. Başkan ve Sabuna önce Hoca’ya sonra birbirlerine baktılar. Hoca üzerindeki cübbenin kısasını çıkardı.
“Gezegen değişti. Sene değil asır değişti. Zihniyet değişmedi” ve ekledi.
“Ye uzaylı kıyafeti ye!”
O sırada camdan parti salonun üzerinde bir ayna belirdi ve bir parlak ışık. Nasreddin Hoca gitmişti.
Mehmet tüm bunlardan habersizdi. Ye kürküm ye hikayesini yazıp öğretmenine verdi.

Betül Çakıroğlu, Gelibolu’da doğdu. Mimarlık eğitimi için geldiği İstanbul’da kızıyla birlikte yaşıyor. Mimarlık bir yana edebiyat sevgisi bir yana diyen yazar her zaman çantasında taşıdığı kitaplarından vazgeçmiyor. Çocuk kitapları yazma, çocuk kitapları editörlüğü, çocuk ve gençlik edebiyatı başlıklı çeşitli atölyelere katıldı. Yazarın ilk kitabı Kumdan Hayaller olsa da kollektif kitaplarda öyküleri ile ve editörlük yaptığı kitaplarla da okuyucu ile buluştu.

