Gaye Aybar
“Bitti,” dedi içinden. Gözlerini kapatıp ellerini dudaklarının önünde birleştirerek son kez nefes aldı ve arkasından derin bir nefes boşaldı “Ah” diye ağzından. Her şeyin bir ömrü vardı işte. Bak ruhu nasıl da bir soluk da çıkıvermişti içinden. Sonra burnundan dolan nefesle yeniden canlandı.
Gözlerinin dalıp gittiği yer, ilk başladığı yerdi. Oraya doğru adımladı. Her adımda zaman geriye doğru işliyordu. Durduğunda zaman da duruyordu. Evren günün battığı yerden doğarken, takvimler yirmi yıl sonraya geliverdi.
Elinde tuttuğu elmasıyla masa başında oturan genç adam ona bakıyordu. Elmayı yeseler cennetten mi kovulacaklardı? Âdem ile Havva mıydılar yoksa? Cennet burası mıydı?
“Hoş geldiniz,” dedi adam.
“Hoş buldum,” dedi.
Elmayı uzattı “Bölüşelim mi,” dedi.
“Teşekkür ederim,” dedi genç kadın reddeder gibi.
Ancak elmayı bıçakla böldü ve yarısını kadına uzattı adam. Kadın elmayı yediğinde derin bir uykuya dalmış buldu kendini. İşin kör talihi, uyandıracak bir prens de yoktu bu hikâyede. Elma, masaldaki gibi tesirliydi. Ne afetler yaşandı ama hiçbiri uyandıramadı.
Yaşam bir metronomun vuruşundaki gibi tık tık işliyordu artık. Hem aynı monotonluk hem aynı ritim. Kulakların işitmediği bir ritim ve içinde dansın yaşanmadığı anlar. Her vuruşu içindeki beni bitiriyordu. Zaman gibi eksiliyordu. Çoğalır gibi eksiliyordu. Kimlikleri arttıkça uyuyan öz varlığı daha da derin uykulara gömülüyordu. Şimdiki başlangıcı bol kimlikliydi. Polis durdurup sorsa hangi yüzünü gösteren kimliğini ona gösterecekti ki?
Zaman bittiği noktaya ilerliyordu gözüne gözüne. Özü, gözüydü. Varlığı orda duruyordu. İlk nefesine kavuşmuş ve son nefesini veren kimliklerinin üzerine basarak oradan uzaklaşıyordu. Çıkışta “Adalet mülkün temelidir,” yazıyordu.
Yıllar da yorulmuştu. Kendi yorgunluğu yetmezmiş gibi bir de onların tükenmişliğini taşıyordu. Oysaki yeni doğmuş, hatta elmanın etkisinden uyanmış, yeni ama zaten var olan öz varlığına kavuşmuş olmanın sevincini kursağında hissediyordu. Bir geğirti çıktı içinden. Sindirilmesi zor şeylerdi, çiğnenmeden yutulan olaylar ordövr tabağında sunulmuştu. Yeni doğan biri için fazla değil miydi bunlar? Annesinin ak sütünü emmek varken bunlar da neyin lokmasıydı?
Bir somut hayal dışında hiç hayallenmemiş yirmi yıl bitmişti. İçinde hep aynı tık tık. Metronom bile sıkılmıştı. Çok sıkıcıydı. Kulağı sağır eden ve insanın ruhunu yutan duygusal sessizlik. Hissedildiğini hissetmeden geçen yıllar. Yıllar bile hüzünlendi bir an bunu fark edince. Boş bir iskemleye oturdular ve biraz nefeslenmek istediler.
Evin duvarları da çürümeye, küflenmeye başlamıştı tıpkı kalpleri gibi. Ev nefessizdi, sanki ölüyordu. Oksijensizlik de onları öldürüyordu. Ayakta durmaya çalışan bir sarhoş gibiydi ev. Benliğini yitirmek için elinden gelen en iyi şeyi yapıyordu. Rus ruleti oynuyordu. Öldü ölecek. Metronom…
Zaman bitiş noktasına doğru yürüyordu. Zamanla beraber o da yürüyordu. Son pastalarıydı. Mumuna üflemedi. Kutlanacak ne vardı ki? On dokuz yıl yazıyordu üzerinde.Yeterince bitirmemiş miydi her şeyi bu ev. İçinde açan tek çiçeği de soldurmuştu havasızlıktan. Duvarlarında var olmaktan çok hep bitiş öyküleri yankılanıyordu.
Kimlikler… Her biri ayrı üniforma içinden bakan asık suratlar gibi bakıyorlardı. Hoş gelmişti oysa, hoş bitmedi. Nahoş. Boş. Hadi koş. Koş. Bitenin öldüğü başlangıç çizgisiydi bu. Start verildi çoktan. Koşsana. Durdu. Öz varlığının fotoğrafını hangi kimliğe yapıştıracağını bilmeyen, nerede tasdik ettireceğini bilmeyen hiçlikti başlangıcı.
Göz yaşları boşaldı mahkeme salonundan uzaklaşırken. Niye ağlıyordu ki?
“Sevinmem gerekmiyor muydu? Bitmişti işte. İstediğim bu değil miydi,” diye içinden geçirdi.
Aynı bir film gibi. Artık oyundan çıkmıştı. Figüran bile değildi. Kimdi? Yeni senaryo çoktan başlamıştı. Bu yeni oyun eskisinden çok başkaydı. Sonra göz yaşlarını sildi.
“Doğarken de ağlamıyor muyduk? Her doğuş sancılı değil mi? Hem doğuran hem doğan ben değil miyim? Nasıl bir senaryoya doğuyorum? Kendime nasıl analık edeceğim,” diye düşündü.
Ah! Her şeyin başlangıcı o elmaydı. Bir ısırık yirmi yıl demekti. Yirmi yılın verdiği en değerli şey o çiçekti. Kırılgan çiçek. Tek tesellisi onun bir elma ağacının çiçeği olmayışıydı. Hatta işi o kadar abartmıştı ki bahçedeki elma ağacını kökünden kesip atmıştı; “Evet hâkim bey son kararım,” dediğindeki gibi.
Ev içini kemiren bu rutubete dayanamadı, acıyla çöktü. Kurşun, Âdem’i öldürdü. Adamın son tesellisi de “Kimseye zarar vermedim ki”, demesiydi. Peki ya kendi benliği? Olan çiçeğe olmuştu. Çiçek üzüldü, sonsuza dek dona kaldı. Kadınsa başladığı yerdeki yeni bitişleri sırtlanmış, etrafı sarmaşık gibi kuşatan acıları tek tek topluyordu. Bir yeni doğan için fazla değil miydi bunlar? Bebek olamadan, ak sütü ememeden, uykusunu huzurla alamadan, emeklemeye fırsat bulamadan koşmaya başlamıştı. Metronom tıkır tıkır, bazen de fıkır fıkırdı.
Yeni rolü ağır romandı. Her bitiş hafifletmiyordu. Kanatıyordu, yırtıyordu göğsünü. Başlarken bitmeye başlamıştı, fitili yanan bir mum gibi. Gözünün önünde özü eriyordu. Artık kimliksizdi ve bu silik hissettiriyordu. Polis sorsa ne gösterecekti ona? Tasdiklenmemiş doğum belgesiyle adı konmamış ama adını zaferlerle sonradan kazanacak bir Kızılderili gibi ortalıkta geziniyordu. Adını zaferlerle kazanacak biri.
Yerle bir olmuş, bitmişti. Yerle bir olduğu yer aynı zamanda başlangıçtı. Korkuyordu başlamaya. Çünkü biliyordu bu da bitecekti. Sonra içinden “Eyvallah,” dedi, kalktı yürüdü.

Dr. Hikmet Gaye Aybar, psikiyatri alanındaki uzmanlığı ile bütüncül bir terapi yaklaşımı sunmaktadır. 2003 yılında Prof. Dr. Mehmet Sungur’dan aldığı Bilişsel Davranışcı Terapi eğitimiyle başlayan terapi yolculuğunu, cinsel terapi, çift ve aile terapisi, EMDR, sanat psikoterapisi, travma odaklı terapi, edebiyat gibi çeşitli eğitimlerle destekledi. Bilim ve sanat çalışmalarını bir arada kullanan Aybar, bireysel, aile, çift danışmanlıklarının yanı sıra gruplarla ve topluluklarla yaratıcı drama, sanat psikoterapisi, yaratıcı dans atölyeleri ile çalışmaktadır.


