Şebnem Özbay
Hanya’yı Konya’yı gördükten sonra, sıcağı sıcağına olmasa da, döndü geldi baba ocağına. Herkesin uyuduğu zamana dönüşünü denk getirdi ki, kimseler onu görmesin. Sabaha karşı, kasaba halkı derin bir uykudaydı, komşular daha derin ve babası daha…
Uyanık olsaydı kesin kıyamet kopardı aralarında. Kapının önünde durdu, şöyle bakındı etrafına… Bahçeyi taradı gözleri, kartondan yapılma kedi evinin içini de görünce sımsıcak bir gülümseme yayıldı yüzüne…” Lan Fırıldak, sen yaşıyor musun oğlum hâlâ?”
Yüreği sevinçle genişledi, derin bir nefes çekip “oh!” dedi. Kedinin ruhu bile duymadı. Pencerede pusuya yatıp bütün gece oğlunu bekleyen kadın, parmak uçlarına basa basa geldi, sessizce kapıyı açtı, karşısında görür görmez de sevgiyle kollarını… İki yılın acısını çıkarırcasına kucaklaştılar. Annesi, rüya görmediğinden emin olmak için kolunu butunu çimdikledi. Emin olunca Yiğit’in yanaklarını doya doya öptü, mıncıkladı… Bu gizemli dönüşün heyecanına kendini daha fazla kaptırmadan, çocukken tuttuğu gibi elinden tuttu, içeri çekti ve sessizce kapıyı örttü.
Eylül rüzgârları bahçedeki erik ağacının dallarını çalkalayıp, yapraklarını nasıl döktüyse, sonraki günlerde Yiğit’in yüzü de öyle yere düştü. Sarardı soldu, ağzından tek kelime çıkmaz oldu. Zaten odasından da çıkamıyordu. Babayla oğul arasında mekik dokurken, gönlü hep oğlundan yana annenin, yalvarış yakarışlarıyla az da olsa insafa gelen huysuz adam, yılgınlıkla, “tamam, kalmasına kalsın ama sakın gözüme gözükmesin. Zaten hep sen çıkardın şu zırtapozu tepemize,” dediğini işitince, “canıma minnet! O dar kafalıdan, beni bir gün bile adamdan saymayandan ne kadar uzak, o kadar iyi,” dedikten birkaç gün sonra derin bir sessizliğe gömüldü.
Odasına başını her uzattığında asla cevap alamadığı sorular sordu kadın. Günlerce çırpındı durdu. Ağzından âdeta kerpetenle lafı alıyordu. Dibe batışının, insan içine çıkamayacak duruma gelişinin, beş parasız kalışının suçlusunu araştırıp soruşturdu.
Her türlü tahmini yürütüyor, oğluna da asla toz kondurmuyordu.
“Üzme kendini üzülme, daha yirmi beşinde bile değilsin. İşini gücünü yoluna koyarsın,
Allah büyük!”
“………”
“Oğlum sana hep demedim mi…”
“Öf anne, başlama yine…” Annesi başlarsa, biliyordu sonunun gelmeyeceğini…
Aslında konuşmasına pek gerek yoktu. Bakışıyla, tek kaşını havaya kaldırmasıyla, kızgınlığı, kırgınlığıyla zaten sıralıyordu sitemlerini. Hep ama… Her yanına gelişinde, her tepesinde dikilişinde… Az önce yemek tepsisini sehpaya bırakırken mesela, “karnıyarık yaptım, pilav da sevdiğin gibi şehriyeli… Haydi ye afiyetle.” Odadan çıkarken attığı bakışı kelimelere dökebildi hemen. Ah be yavrum, tutturdun yok ben sinemacı televizyoncu olacağım diye. Kim bilir hangi ipsiz sapsız adamlarla yol tuttun. Gitme, etme dedim, dinlemedin. Kaçmak kolay geldi sana. Dünyada tek mendebur baba sende mi, idare edemedin şunu. Ha aklıma gelmişken, falancanın oğlu okulu bitirdi geldi, şimdi torpille belediyeye girmiş, zabıta memuru olmuş… Tertemiz maaş. Biz de bulurduk adamını senin için.
Amansız zonkluyordu başı. Yataktan doğrulurken sehpadaki yemek tepsisine kolu çarpınca cacık kâsesinin kaşığı yere düştü. Yerden alırken, burnuna çarpan sarımsak kokusuyla hiddetlendi. “Allah belasını versin, dedi, ‘sarımsağın da, kriptonun da, bankanın da… Allah hepsinin belasını versin!’ Merve’nin de.”
Geçen sene bu zamanlarda yeni barışmışlardı Merve’yle. Ona göre kırk, Merve’ ye göre ise ellinci kez ayrılıp barışmalarıydı. Bütün bir yaz, kamera elinde sokak sokak dolaşmış ve hatta röportaj yapması için anlaştığı kızla da, kısa bir gönül macerası yaşamıştı.
Merve’yle barışınca onun yüzüne bakmaz olmuştu tabii. Salya sümük yalvarıyordu kız, ama nafile… Merve her geri döndüğünde, diğerinin şansı sıfırlanırdı. Hep öyle olmuştu.
Dört yıldır kopmayan bağ! Erkek gibi kısacık saçları, kemikleri sayılacak kadar zayıflığı, öfkelenince değme serserilere şapka çıkartan küfürbazlığı, pervasızlığıyla varsa yoksa Merve… İşte onun aklıyla bulaşmıştı kripto işlerine…
Yaptığı sokak röportajlarından birkaçı yüzünden başının derde girdiğini, gözaltına alındığını falan anlatırken sözünü kesmiş, “boşa kürek çekiyorsun,” demişti Merve.
“Böyle devam ederse senden bir cacık olmaz!” O bunu der demez, babasını hatırlamıştı. Son tartışmalarında, “işin gücün avarelik, senden bir halt olmaz! On yıl bekledik seni.
Tarla sattım uğruna. Tüp bebek, tüp bebek dediler, al sana bu!” dediğinde koparmıştı babasıyla tüm bağlarını. O eve ancak anlı şanlı, paralı pullu olursam adım atarım sözünü vermişti kendine… Yemeye kaşık sallarken duraksadı ve ağzında lokma, babasını doğrularcasına mırıldandı. “Al sana bu!”
O gün Merve, ballandıra ballandıra yaz tatili boyunca yattığı yerden kazandığı paraları anlatınca iştahlanmıştı. “Şu iş nasıl yapılıyor, bana da göstersene,” demeseydi keşke fakat demişti işte… Sonra olanlar oldu. Daha doğrusu ne yapsa, ne tarafa dönse olmadı.
Biriktirdiği paranın yarısını daha ilk haftada kriptoda kaybetmişti. Baktı olmayacak, krediler çekti. Sıra, banka borcunu ödemeye geldiğinde bu kez zararına bir kısmını sattı.
Öyleydi böyleydi derken kriptodaki parası bitti, kredi borçları kaldı, onlar da katlana katlana arttı. Bu eve, onu rüzgâr değil işte öyle bir fırtına attı.
Sonraki günlerde gördü babasını. Banyo kapısında tam üç kere karılaştılar hatta birinde çarpıştılar. Birbirinin aynısı olan kaşlar, karşılıklı çatıldı. Tek kelime geçmedi aralarında.
Babasının, “Neymiş derdi, daha anlatmadı mı, çok da zayıflamış, ne olmuş ki buna?” diye annesini sıkıştırmasını zaten hiç duymadı.
Bir akşamüstü ağlamaktan şişmiş gözlerle geldi yanına kadın. “Oğlum herkes seni sorup duruyor. Komşulara, ateşlendi, hasta yatıyor diyorum. Babana da, kahvedekiler gözünaydın olsun, oğlun dönmüş, deyip duruyorlarmış. Ne zaman çıkacaksın insan içine?” diye sordu.
“Boş ver şimdi onları,” diyerek onun ellerini tuttu, kalbinin üstüne koydu. “Anne,” dedi. “Geçen sene Roma’daki bir üniversiteye başvurmuştum. Bugün cevap geldi, kabul edilmişim. Umudum yoktu ama… Bir mucize bu… Ekim’in ilk haftası orada olmam gerekiyor.”
Kadın afallamıştı, o ise neşeyle hoplayıp zıplıyordu. “Yaşasın, İtalya’ya gidiyorum!” Heyecan dalgası bir parça durulunca tabii sordu kendine, “Ama nasıl? Beş kuruş param yok!”
Gece yatağında tavanı seyrediyordu. Açık pencereden, az önce kesilen yağmurun ıslattığı toprak kokusu doluyordu burnunun direğine. Oturma odasından, önce babasının homurdanma sesleri geldi sonra fısır fısır, karı koca saatlerce konuştular. Ne konuştuklarını duyamıyor fakat umursamıyordu da. Ne tuhaf! İçinde ne öfke kalmıştı, ne nefret. Kesintisiz, derin bir uykuya daldı.
Ertesi gün ayaklandığında, günün ortalarına doğru meraklanmaya başladı. Açlıktan midesi gurulduyor fakat annesi ortalarda görünmüyordu. Bankaların ısrarla aramasından bunaldığından, cep telefonunu çok nadir açık tutardı. Hemen açıp aradı.
Uzun uzun çaldırsa da cevaplayan olmadı. Bir saat sonra tekrar aradı, yine açan olmadı.
Yok, dedi, bu işte bir iş var. Hiç düşünmeden babasının numarasına bastı, elleri titriyordu. “Şey… Baba, şeyi soracaktım… Annem nerede?”
Alnında boncuk boncuk ter birikmişti sıkıntıdan. “Çarşıya gitti, birazdan döner meraklanma,” dedi sözü uzatmadan. Sonra pat diye telefonu kapattı.
“Sen bırak sitem etmeyi de şu simitle, poğaçaları ye, sonra sana diyeceklerim var. Aman be oğlum, bilmez misin kullanamadığımı. Sessizde kalmış, duymamışım işte!” Yiğit, annesine, “hakkını ödeyemem,” dercesine minnetle baktı. Az yorulmadı benim için, aslında babam da öyle… İçinden de kısacık bir vicdan muhasebesi yaptı.
Elindeki siyah poşeti yavaşça sehpaya bıraktı kadın. Oğlunun soran gözlerine bakıp, “Aç, bak içine,” dedi. Gazete kâğıdına sarılı altı yüzlük deste çıktı içinden. “İşini görür mü yavrum?” diye sordu.
Yiğit, bir önündeki destelere, bir anasına bakıp “Nasıl ya, ama nasıl?” deyip duruyordu.
“Akşam babanla konuştuk. Dedik bu böyle olmaz! Benim üç-beş bileziğim, onun da elindekilerle hepsi işte bu, işin görülsün de!”
“Şaka mısın anne? Bu benim her işimi görür hatta bir aylık İtalyanca kursumu bile…”
“E görsün madem öyleyse…”
“Peki babam, o nasıl ikna oldu?”
“Diyor ki, biz babamızdan ne sözler duyduk, ne dayaklar yedik. Bir gün bile sırtımızı dönmedik. O beni sevmese, istemese de evladım. Kızgınlıkla çıktı ağzımdan işte. Tüp olsa da, bu benim şeyimden şey olmadı mı?”
Yiğit’in attığı kahkahalar odanın duvarlarında çınladı.
“Eve gelince onun elini öpeceğim. Gör bak anne, söz veriyorum sana, gurur duyacaksınız bundan sonra oğlunuzla,” diyerek yasladı başını ana kucağına.

İstanbul’da dünyaya geldi. Üniversiteyi, İşletme Bölümü’nde bitirdikten sonra finans alanında bir süre çalıştı. Çocukluğundan beri yazar olmayı hayal ederdi. Okuma tutkusunun yanına yıllar içinde yazma tutkusunu ekledi. Yayınlanmış bir romanı, dört öyküsü, değişik dergilerde yayınlanan şiirleri ve deneme yazıları vardır. Halen, Suaremag dergisinde yazmakta ve yeni romanını yayına hazırlamakta.


