Benan Bilek
Üstüme üstüme geliyor, damla damla. Özenli mi? Emin değilim. Sağım solum şeffaf, dışarıyı görüyorum, dışardakiler beni görüyor. Ben bir şey yapamıyorum, onlar bir şey yapmıyor. Kollarımı atmak istiyorum öteye, daha uzağa, sadece kendimi sarıyor kollarım, isteğim bu değil. Yanı başımda bir küf kokusu; pişmiş tuğlanın nemli ekşimtırak kokusundan midem bulanıyor. Kaçamıyorum içimi bulandıran bu kokudan. Çekse alsa biri diye bekliyorum o kırık parçaları, almıyorlar. Birbirine karışmış renkler, kokular; güzel gibi görünen bir dünyanın mutsuz sahibiyim. Sahibi? Sahip falan değilim gerçekte, tam bir esaret bu. Renklerle sarmalanmış bir kaos. Solmuş çiçekler benden daha canlı. Her kötü benden iyi.
Her şey her zaman aynı. Gelecek, bana bakacak, minik bir dokunuş belki, sonra diğerleriyle ilgilenecek. Farkına varmadan bu kalabalığın içinde kaybolmuş gibiyim. Biri beni çıkarsın artık bu teraryumdan, boğuluyorum.
Büyük bir cam tavanın ardında ışıldıyordum. Işıkla büyüyordum, biraz da su. Köklerimin toprak altından gelen seslerini duyamayacak kadar büyüktüm artık. Tavana yaklaştıkça dibe çekildiğimi hissetmedim. Renklerin coşkusuna kapılmış olabilirim, her gün daha da büyümenin şımarıklığıyla. Sonra tavandan sarkan sarmaşığa dolandı boynum, sarmalandım hoyrat sarışlarla. Ayrılamadım. Silkelenip kendi yoluma dönemedim, sarmaşığın dallarında onun dönüşlerine uydum. Kıvrıldım, eğrildim, karıştım.
Mevsimler geçmiştir, günler saatler; benim için her gün aynıydı. Her gün bir büyük adım, her gün toprağın üzerinde coşan çiçeklerin kokusundan daha uzak kalma gururu. Evet, gururdu bu. Ben o zaman büyümeyi güzel bir şey sanıyordum. Yalnızlaşmayı da.
Burada ısı da hep aynı; ne coşturacak kadar çok ne solduracak kadar acımasız. Kontrol panosundaki kırık termometrede sıcaklık hep on sekiz derece. Bana çok özel geliyordu on sekiz, büyülü, her şeyi değiştiren bir sayı. Sadece on sekiz oysa. Hep orada kalamazdı termometre; gerçek değildi. Takılı kalınmayacak kadar yalan.
Bitkiler benden bağımsız birbirlerine yarenlik halinde; beraber yaşıyorlar, aynı anda nefes alıyor, fısıldaşıyorlar belki. Birbirlerinin sırlarını tutarak suç ortaklığı bile yaptıklarına yemin edebilirim. Umurumda değildi. İstedikleri kadar iç içe olabilirlerdi. Onlar iç içe sarılıp topak oldukça ben uzayıp giderdim tavandan yansıyan ışığa.
Geceleri tropik bitki labirenti bölümünde saklanan kalanşoları izliyorum. Kırmızı, pembe, turuncu, sarı, birbirine geçen renklerinin uyumunu izliyorum. Parlak ışığı görünce coşmalarını. Ben de parlak ışığı seviyorum ama renklerim coşmuyor, cam tavana uzandıkça soluyorum. Azıcık su veriyorlar onlara da, yetiyor. Ben suya doyamıyorum; toprağım emiyor her bir damlayı, çekiyor içine. Daha, daha, daha; doymuyorum. Kalanşolar sakin, topraklarından gidemiyorlar, hep yere yakınlar, hep bir arada. Köklerinin çıtırtısını duymak için sessizliğe ihtiyaçları yok. Birbirlerinin gürültüsüyle mutlular. Onların bu curcuna hali beni yoruyor, gözlerim tavanda, kalanşoları görmek istemiyorum. Renklerini de.
Kimsenin dibinde olmak istemiyorum ben, hemen yanı başında falan da olmak istemiyorum. Sarmaşıklardan kurtulduktan sonra anladım bunu, bir arada olmanın nefes kesici güzelliği boğuyor sonra beni. Duruşumun dikliğine bayılıyor burayı gezenler, hayranlıkla bakıyorlar, özeniyorlar. Rengârenk kalanşolar konuşuyorlar fısır fısır, ben hep ışığı yakalama peşinde…
Yalnızsan sırrın yoktur. Kendinden saklamazsın bir şeyleri. Korkun da yoktur. Kendinden başka kimseye sorumluluğun olmaması özgürlüğe ne kadar yakışıyor. Hele ki vicdan… Sorgulamazsın, hesap vermezsin, kaygılanmazsın. Işık senin ışığındır sadece, yanmazsın. Kargaşadan da uzak kalırsın yalnızlığı seçtiğinde.
Seranın kapısından giriyor içeri, her zamanki yeşil hırkasına bürünmüş; bu haliyle tam da ortamın parçası. Cam buğulanıyor nefesiyle, sonra her şey eski haline dönüyor. Onun yeşili daha açık, daha mat. Yaprakların parlaklığı yok üzerinde. Canlılığı da. Olsun. Herkes biliyor burası onun cenneti, boğulduğunu, boğduğunu bilmediği cenneti. Dilediği gibi alıyor her birimizi, istediği yere koyuyor, söküp başka bir yere yerleştiriyor. İstediği kadar su veriyor. Termometre hep aynı, boşuna kontrol ediyor. Benzer renkleri bir araya getirme çabası komik geliyor, hepsini sıralayıp ardı ardına dizmesi de. Farklı olduğum için mutluyum; upuzun, tek ve dokunulmaz görüyorum kendimi. O da beni tek bırakıyor zaten.
Sakin sakin dolaşıyor o çok iyi bildiği incecik yollarda. Çatlak kiremitleri üst üste yığıyor, büyük parçaları bir kovaya ayırıyor, küçükleri minik taşlar haline getirip çiçeklerin altına yerleştiriyor. Kiremit rengi toprağa çok yakışıyor, yaptığından mutlu. Çiçeklerin çevresini beziyor yere oturup, dakikalarca uğraşıyor onlarla. O dokundukça toprak canlanıyor, dolaştıkça yol yol, ayak sesleri toprağın altından gelen kök seslerine karışıyor. Kokular daha bir duyulur oluyor, renkler daha görünür. Tüm bunlar olurken benim boynum eğriliyor yavaş yavaş. Tutamıyor muyum başımı uzamaktan? Anlayamıyorum.
Her şey rutininde sürüp giderken sistem alarmı çalıyor bir anda. Elektrik yok. Isı yükselmeye başlıyor. Karanlıkta nefes aldığını hissediyorum kalanşoların bile. Birbirlerinden hafifçe uzaklaşıyorlar. Rahatlıyorlar. Yukarıdan öyle görünüyor ya da.
Elektrikler epey süre sonra geliyor. Telaşla içeriye giriyor, üzerinde yine yeşil hırkası. Ben her şeyi daha iyi duyuyorum şimdi. Fısıltıları bile. Kalanşolar yine birbirinin içinde, renkleri birleşmiş. Çok yorgun hissediyorum kendimi, daha yakınım şimdi onlara. Hatta toprağa eğiliyorum, duramıyorum istediğim gibi.
Hemen yanındaki genç kızı görüyorum; onun hırkası kırmızı. Narçiçeği sardunyalar kadar güzel bir kırmızı. Yeşil hırkasının kollarını kıvırıp sulama kanalına düşmüş birkaç yaprağı eliyle toparlıyor hızla adam. Kırmızılı kız sudaki sarı bir çiçek yaprağına uzanıyor, alıp adama veriyor. “Bunu unutmuşsun.”
“Unutmadım, o hep tek kalmayı sever,” cevabını duyunca anlıyorum o çiçeğin benden koptuğunu. Şaşırıyorum. Bir şeyler eksiliyor ve ben farkında bile değilim. Azalıyorum. Düşüyorum. Fark etmiyorum. Yeşil hırkasıyla seranın yollarında gezerken çıkardığı hışırtılar şimdi daha yakından geliyor. Onu izlerken kendi kendine söylediği şarkıyı duyuyorum. Nefesinden camda oluşan buğu halkalarına dokunacak kadar yakınım artık. Yakınlaştıkça kendimi güvensiz hissediyorum. Kalanşoların tebessümü alaycı geliyor, fark etmemiş gibi yapıyorum. Saklanmak istiyorum, nafile. Saklasın istiyorum beni, yeşil hırkasının ardında görünmez olayım. Hissetmiş gibi önüme geçiyor, kalanşolarla aramıza. O önümde durunca arkamdaki koca monstera yapraklarının içine saklanıyorum. Korumuyor beni sandığım gibi, hapsediyor. Anlamıyorum. Küçülüyorum, ufacık oluyorum. Monsteraların arasında yok oluyorum, kalanşolar çok uzakta.
Kapı aralık. Dışarıdan buz gibi soğuk bir rüzgâr esiyor. Uykulu gözlerim açılıyor bir anda. Bana kocaman gelen bir kaktüsün altında dalmışım uykuya. Rüyamda cam tavandan çıkıyor başım. Sarı değil artık ulaşmak istediğim, maviye erişmeye çalışıyorum. Yarıda kalıyorum. İçeri giriyor, yanında kırmızı hırkalı kızla. “Gel,” diyor, “işimiz var. Yeniden başlatmamız gereken bir hayat.”
Dokunuyor tek yeşil kalmış dalıma, temizliyor uykunun esiri olmuş kurularımı. Sonra beni küçük, küçücük bir cam kâsenin toprağına iliştiriyor. Parmaklarıyla bastırıyor yavaşça, boğulacak gibi oluyorum ama bir yandan da tutunmaya çabalıyorum o toprağa.
“Burada köklenirse yaşar,” diyor kırmızılı kıza. Aslında kıza değil bana söylüyor, duyumsuyorum. Sera kalanşoların hapishanesi. Monsteraların da. Hatta kaktüslerin. Cam tavandan çıkıp gidemez onlar.
Dış kapıdan sesler duyuyorum küçük cam fanusun içinden. Ben o tavanları delmeye çalışırken şimdi bu küçücük fanusta köklenmeye çalışıyorum ha? Her şey bitsin, her şey yıkılsın istiyorum. Hepimiz dağılalım gidelim yerlere, toprağa karışalım. Kökler birbirine karışsın, ben de isteğim köke sarılayım.
Seranın kapısını açıyor bir sürü adam. Camları kırıyorlar hızla, hava değişiyor, ısı değişiyor, her şey bir anda değişiyor. Şiddet sarıyor her yanımı, fanusumda küçülüyorum. Görmesinler beni, bilmesinler. Seranın nemi havaya karışıyor. Adamlar yeşil hırkalıyı itekleyip yere yıkıyor. Kalanşolar şaşkın. Monsteralar suskun. Koca yeşil yaprakları kökleyip torbalara dolduruyorlar difenbahyaları. Gidiyorlar. Darmadağın ediyorlar hepimizi. Yok olan köklere üzülüyorum, bana ait olmasalar da. Derin bir sessizlikte ağlıyor tüm yeşiller, kırmızılar, sarılar.
Gün ağarırken toprak altından sesler geliyor, küçük, sakin fısıltılar gibi. Köklerin sesi çıkmaya başlıyor yine. “Evet,” diyorum, “evet, uyanıyorlar. Yeniden saracaklar, sarılacaklar.”
İçimde bilmediğim bir duygu, hiç yaşamadığım; kök arıyorum kendime. Cam fanusumun içinde beni bulmalarını bekliyorum. Bulsunlar, sarsınlar, sarılsınlar.

Benan Bilek, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü’nde okumak için geldiği İzmir’de yaşayan bir İstanbullu. Öğrencilik yıllarından bu yana iletişim sektörünün farklı dallarında görev yaptı. Metin yazarlığından ajans başkanlığına, dergicilikten senaryo yazarlığına uzanan iletişim deneyiminin sonunda yolu sanata vardı. Un elekleri üzerine ipliklerle yaptığı resimlerle pek çok kişisel sergi açtı; “Yaşam Elekleri” atölyeleri düzenledi. Türkiye’nin izleyicisi sadece kadın olan ilk stand-up projesini hayata geçiren Bilek’in Gece Tuşları, Duvarlar Şahit, Çin Çin Çini Mini Hanım, Rezene öykü kitaplarının yanı sıra Punta – Bir Meyhanenin Romanı adlı eseri bulunuyor. Bilek, öykü yazmaya, sahne gösterilerine, özel atölye çalışmaları ile kasnak ve elek üzerine ipliklerle resim yapmaya devam ediyor.


