Fatma Özalp
Benim hikayem daha yeni başlıyor. Yirmi sekiz yaşında. Bundan önceki zamanların çoğu yaşanmamış, sadece var olunmuş zamanlar benim için. Yeniden doğuyorum ben. Beni doğuran, yoğuran, bana zorla şekil vermeye çalışan insanları ve hayatı tamamen ardımda bırakıp, kendi içimde yeniden doğuyorum…
Her doğum zordur derler. Evet doğru. Benimkisi de öyle. Hatta belki de en zorlarından. Çünkü tüm savaşı kendim verdim ben. Düştüğümde kaldıranım, ağladığımda omuz verenim olmadan. Tamamen kendimle, kendi kendime. Sahte sevgileri, yapmacık gülümsemeleri, pazarlıklı ilişkileri saymazsak…
Benimkisi heyecanla ya da mutlulukla açılan bir genç kız çeyizi değil belki ama ben de bugün içimin katmanlarını açıyorum bir bir. Her katmanda gizlenmiş nice acı, nice yara karşılıyor beni.
Ama pes etmiyorum. Yüzleşiyorum hepsiyle. Acıysa benim acım, yaraysa benim yaram. Sahipleniyorum hepsini. Hepsinde biraz ben var. Hepsinde bıraktığım bir parçam… Hepsi benim kıymetlim. Baş köşeye oturtuyorum onları, değerli bir misafir gibi. Zira bugünkü beni inşa eden birer tuğla hepsi. Harcı da ben, sıvası da ben, tuğlası da, duvarı da ben, hepsi ben.
İlk katmanda, sevdiğim adam karşılıyor beni. Bir zamanlar nefesmişçesine muhtaç olduğumu zannettiğim adam. Kocaman, parlak kırmızı kalp şeklinde bir balon gibi hayatıma giren, ipine tutunduğumda beni bulutlara çıkaran o adam. Nice zaman ayaklarım yerden kesilmiş bir şekilde, sarhoşça gezdim onun göğünde. Toz pembe bulutlar kaplıydı etrafımda. Ta ki, nasır tutmuş yaralarımdaki dikenlerden biri ona değene dek. Sonrası malum. Küt diye, sert zemine düşüş. Başımı kaldırıp yukarı baktığımdaysa, kapkara bulutlarla kaplı, içindeki tozlu yağmuru akıtmaya hazır, simsiyah bir gökyüzüydü gördüğüm.
Onunla tanıştığımda perişan bir haldeydim. Tabi ki onun bundan hiç haberi olmadı, ne başında ne de sonunda. O beni, iyi bir işi olan, bakımlı, son derece güzel ve özgüvenli bir kadın olarak tanıdı. İçimdeki ürkek, her an ağlamaya hazır, sevgiye aç küçük kız hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Ben de onun, güçlü, bana aradığım her şeyi verebilecek adam olduğundan emindim. Yakışıklıydı da. Daha ne olsun.
Verdi de aradığımı. Ben kolaydım, en ufak bir sevgi kırıntısına tav olacak kadar kolay. Sevilmeye duyduğum açlık, gerçek sevgiyi, güvenilir erkeği ayırt edemeyeceğim kadar kuvvetliydi. Bana sevildiğimi hissettiren bu adama da balıklama atlamıştım haliyle. Ondaki sahteliği, duygularının yapaylığını sezinleyemedim. Sonunda bunu anlamış olmam bile, ondan kopup gitmeme yetmedi. Sahte de olsa, sevgiyi hissediyordum nasılsa. Bir müddet daha oynadım bu oyunu kendimle. Madem hayatta her şey yalandı, ne fark ederdi ki sevgi sahte olsa bile.
Ne kadar canım acısa, yaralarım ne kadar derin olsa da, ser verdim sır vermedim ona. İkimiz de kullandık birbirimizi. O benliğini tatmin etti bende, ben ise boşluklarımı doldurduğum bir harç olarak gördüm onu. Ruhlarımız bütün olmadı bir anlığına bile. En az onun kadar ben de suçluydum. Kendimi bu kadar değersizleştirmekti benim suçum. Ama başka türlüsünü bilmiyordum ki. Hiç, birinin en kıymetlisi, gözbebeği olmamıştım, nereden bilecektim değerli olmanın ne olduğunu.
Bir gün uyandım ve kendimden tiksindiğimi fark ettim. İlk kez dikenlerimi gizleyemiyordum ne kendimden ne başkasından. Beni böyle görmek, soğuk duş etkisi yarattı onda. Ve dikenime temas ettiği o an, iğneyle patlatılmış bir balon gibi söndü anında. Tüm havası uçup gitti. Olduğunu sandığım kişiden eser yoktu karşımda. Dönüp aynaya baktığımda yara bere içindeydim ama ilk kez gülümsüyordum. Bu saçmalığa bir son vererek, hem kendimi hem onu özgür kılmıştım.
Sonrası bir iç hesaplaşma, yeniden doğum süreci. İşi bıraktım. Tüm sosyal ilişkilerimi askıya aldım. Ki zaten hepsi sadece vakit geçirmek adına bulunulan ortamlar, birlikte olunan insanlardı. Uzaklaşmak ruhuma nefes aldırdı adeta. Bol bol aynaya baktım bu süreçte. Kimim ben, bu hayattan ne istiyorum diye sordum kendime. Önce kendimi bulmalıydım. Ben hiç kendim olmamıştım, olamamıştım çünkü.
O gittikten sonra, bana onun gölgesi olmak kalmıştı bir tek. Kardeşim. Henüz on üç yaşında bizi bırakıp giden kardeşim… Öldüğünde on beş yaşındaydım.
İkimiz çok farklıydık. Ben hayat dolu, tutkulu bir çocuktum. Kendi kararlarım, isteklerim vardı. O ise annemin yaratmak istediği profile dört dörtlük uyum sağlayabilecek bir çocuktu. Annemin biricik çocuğu. Tüm farklılıklarımıza rağmen iyi anlaşırdık. Onunla ilgili tek rahatsızlığım, annemi bana bırakmayışı, tümüyle onun istediği her şey olmasıydı. Gidişiyle dört bir yanıma duvar ördü hayat ve beni bu duvarın içinde yaşamaya mahkûm etti.
İçimde biraz daha ilerlediğimde, onunla karşılaştım. O sıralar yediğimin içtiğimin ayrı gitmediği bir arkadaşım vardı. Lale. Nasırlaşmış yaralarımın müsebbiplerinden biri. Kardeşimin gidişiyle sessizleşen, ıssızlaşan hayatıma dayanamadı. Yavaş ve acımasızca koptu benden. Tutunduğum tek şey olan dostluğumuzu yaşatamadık. Ben çekilmez biri olmuştum, o ise dört nala hayata koşan bir kız. Benim sularım sığ gelmeye başladı ona, varlığım ise yavan. Yapamadım, ayak uyduramadım eskisi gibi hayatıma. Ama bu benim suçum değildi ki. Büyük bir boşluğun içinde kalmıştım. Nereye tutunacağımı, içimde gün gün çamurlaşan duyguları nerede yıkayacağımı bilemiyordum. Anlamadı beni, anlamak istemedi. Eğer anlarsa birlikte acı çekeceğimizi, giderek karanlığa gömüleceğini biliyordu. Benden kopuşunu kabullenemedim. Bir yenisi daha eklendi kanayan yaralarıma. Ama çaresiz izin verdim gidişine. Sadece o değildi yitip giden, dostluğa olan inancım da yok oldu. İyice ıssızlaştım. Kendime ördüğüm duvar giderek kalınlaşıyordu. Sert bir kabuk halini almıştı adeta.
Geçip giden yıllar beni kılıç çiçeği gibi dik görünümlü ama, içerde dokunsan kırılacak kadar narin bir gül dalına döndürdü. Büyüdüm, geliştim, değiştim. Değişmeyen tek şey, içimde bir türlü dolduramadığım boşluk ve kimsenin delip girmesine izin vermediğim kabuğumdu. Öyle kalındı ki, içeri en ufak bir sızıntının dahi girmesine izin vermiyordum. Buna bir kez izin verirsem dağılıp, un ufak olacağımı biliyordum çünkü.
Ve sevgiye, sevmeye, sevilmeye duyduğum hasret. Bunun mimarı sevgili annemdi. İçimde katmanlaşmış yaralarımın en derininde, göbeğinde annem vardı. Sevgisine muhtaç olduğum ve ona duyduğum sevgiden eriyip yok olmak istediğim annem. Annem hayatımın en büyük paranteziydi. İçeriği yalnız bana görünen bir parantez.
Dışarıdan baktığınızda kusursuz bir anneydi. Çocuklarının her şeyiyle yakından ilgilenen, onlar için en iyi şartları oluşturan bir anne. Gel gelelim, ben o değildim ve hiçbir zaman da olamayacaktım. O varken de, bizi bırakıp gittikten sonra da…
Ayla annemin gözbebeğiydi. Beni de severdi annem ama onu sevdiği gibi değil. O benim olamadığım her şeydi annem için. Uyumlu, itaatkâr, örnek çocuk. Ayla yaşarken de tecritteydi ruhum evimizde; onun kaybıyla birlikte içimdeki boşluk her geçen gün daha da büyüdü. Annem hayata küstü. Ruhum ıstıraplar içinde kavruldu aylarca. Ona omuz olmak istedim. Bende teselli bulmasını, göz yaşlarını bende akıtmasını. Ama yapmadı. Bende onun acısını yaşamayı bile reddetti. Bir yudum sevgi için dört döndüm etrafında. Bana sarılırdı bazen; o zamanlarda bile benimle değild. Donuktu, ruhsuzdu sarılması bile.
İçimde ona karşı duyduğum ihtiyaç yerini suçluluğa bıraktı zamanla. Ben olmalıydım ölen. Ben olmalıydım kaybettiği. Nasılsa Ayla benim yokluğumu da hissettirmezdi anneme. Ben bunu yapamadım. Onun bıraktığı boşluğu bir nebze olsun dolduramadım, bir parça olsun nefes olamadım annemin yaralı kalbine.
Aklım başıma geldikçe nefret etmeye başladım annemden. Beni böylesine sevgisiz ve susuz bıraktığı için. Ben de onun çiçeğiydim sonuçta. Ama hiç sulamadı beni. Kurudu toprağım, döküldü yapraklarım.
Birinin bir şeyi olamayınca kendini de sevemiyor insan. Sevemedim ben de kendimi. Sevgiye layık olmadığım inancı sardı her bir hücremi.
Hep o günü düşünürdüm. Onun öleceği günü. Ve sonunda o gün geldi. Annemin cenazesinde kimse bana “Seni de pek severdi” demedi. O gün sabaha kadar oturup düşündüm. Ve günün ilk ışıklarıyla bir çatırtı yükseldi benliğimde. Korkmadım hiç, telaş da etmedim. Sanki ne olduğunu bilir gibiydim. Annemin hayatımdan çıkışıyla kendi varlığım ses yükseltmişti, hayatımda ilk kez. Kabuğum çatlamıştı. Güneş yükseldikçe daha da çatlıyor, parçalanmak için adeta can atıyordu. Acele etmedim ben ise.
Usulca bekledim paramparça olana kadar. İçinden çıktığım kabuk saniyeler içinde un ufak oldu. İlk an ne yapacağımı bilemedim. Her yanımda tatlı bir sarhoşluk hissi vardı ama kalbim yüklerini bırakmak istercesine çırpınıyordu. İzin verdim içimdeki tüm katranın akıp gitmesine. Sarsıla sarsıla ağladım dakikalarca. Kolay olmadı ama boşaldı içim sonunda. Öylesine hafiftim ki, kendimi bıraksam havalanacaktım sanki. İçimdeki ağırlıkla yaşamaya nasıl da alışmışım meğer.
Kalktım elimi yüzümü yıkadım. Aynadaki yansımamla selamlaştım. Yüzüm pembe ve taze görünüyordu. Yeni açılmış bir gül dalı gibi. Bendim o. Karşımda gördüğüm, gerçek bendim. Aynadaki kadını okşadım elimle.
Odama döndüm, yatağa bıraktım kendimi. Kuş tüyü gibiydim adeta. Karşımdaki duvar hayat sahnemdeki manzaraları yansıtmaya başladı. Annem, Ayla, Lale, sevdiğim adam. Hepsi vardı. Hepsine seslendim içimden. Sizi affediyorum…
Sizi kendim için affediyorum. Artık sırtımda bir kambur, omuzlarımda bir yük olmamanız için affediyorum. Kendimi özgür kılıyorum. Bir parçam sizi hep sevecek ama her birinizde esir bıraktığım ruh kalıntılarımı geri alıyorum sizden. Kendime kendimi geri veriyorum…
Uykuya teslim olurken yavaşça saldım yüklerimi bir bir. Bu uykudan aynı kişi olarak uyanmayacaktım. Kendimle de vedalaştım. Eski ben ile. En büyük özrü kendime borçluydum. Kendimden af diledim. Kendimi affettim. En son yedi yaşında bir çocukken huzurla daldığım o uykunun tadıyla kapattım gözlerimi…


