Habibe Şenol
“Çay olmadı mı daha saatlerdir ne yapıyorsun be kadın?”
Evet, hayatının yarısı otuz beş yaşına tekabül ediyorsa, tam hayatının yarısındaydı. Bir gün olsun rica kelimeleri ile kendisine seslenilmemiş, dünyaya birilerine hizmet etmek için gelmiş bir varlıkmışçasına muamele edilmişti.
Zeynep, beş çocuk annesi, silah kaçakçısı, tarla sahibi Mahmut’un karısı. Yatakta, işte, hastalıkta, sağlıkta her daim ona özel büyütülüp yetiştirilmiş hizmetçisi. Onların oralarda kadınlar alınır, satılır, hep birilerine hizmetçi edilirdi. Çocuk doğurmaya, sırtından sopayı eksik etmemeye, eve kapatılmaya mahkûm olan dişi varlıklar.
Elindeki tepsiye sıraladığı şerbet kırmızısı çayları yer sofrasına koydu. Akşam oturmasına gelen kocasının abileri, karıları ve çocukları ile tepsinin etrafına çömeldiler. Herkes çaylarını kavgaya gelmişçesine rahatsız edici bir gürültü ile karıştırmaya başladı. Hep birden tempo tutturmuşlar senfoni orkestrasının birer üyeleriymişçesine yüzlerindeki ciddiyetin dozunu yükseltiyorlardı.
Zeynep su taşıyor, çayları yeniliyor, konuklarının rahatını sağlamak için etraflarında dört dönüyordu. Eksik hizmet sonucu kocasından dayak yeme ihtimali yüzde yüzdü. Saat gece yarısına yaklaşırken çocukları yatırıp, geceliklerini giydi ve yastığına başını koydu. Tütün kokulu nefesiyle göğüslerine dokunan kocasını itemezdi. Gözlerindeki yaşları gizleyerek kendini ona teslim etti. Kocasının ellerini üstünde hissederken içi bulanıyor, ağzından dökülecek olan küfürleri yutmak zorunda kalıyordu.
Kahvaltı. Öğle yemeği. Tarla. Yemek. Büyükbaşların bakımı. Kocasından azar yemek. Kocasından sevgi görmek. Yine azar. Ve gün sonu yatakta biten azap dakikaları ile günleri yuvarlıyordu.
Bir gün Mahmut elinde çuval dolusu cevizle içeriye daldı.
“Bunları satacağız Zeyno, hepsini kırıp içlerini paketleyeceksin. Göreyim seni.”
Zeynep elindeki bulaşıkları bırakmış, ellerini basma eteğine sildi. Sofra bezini alıp oturdu cevizlerin başına. Mis kokuyordu taze toplanmış cevizler. Çocuklar okuldan gelmeden birazını yola getireyim diye düşündü.
Çat çat. Ceviz kokusu. Ellerine batan kabuklar. Bazı kabuklar tazecik ayrılıyordu atomlarına kadar. Ama bazıları öyle çetindi ki birkaç kez taşla vurup ellerini kızartana kadar ayırmaya çalışıyordu.
Okuldan gelen yavrularına verdi birkaç tane ayırdıklarından. Aman Mahmut görmesin bizi yok eder, diye düşünüyordu. Ama cevizin çocuklara çok faydalı olduğunu duymuştu. Kırarken düşünüyordu, tıpkı beyne benziyordu. Nenesi derdi beyne, akla çok iyi gelirmiş bu ceviz. Evet aynı beyin gibi, kabukları kafatası, içi beyin derdi. Cevizi kırarken bunları düşünüp kendince yeni keşifler yaptım diye kendini de överdi. Ah evlenmesem, burada doğmasam, kim bilir nasıl olurdu hayatım? Artık çok geç be Zeyno. Sen çocuklarına bak, kır cevizlerini otur aşağı. Köylü kadın, beş çocuk anası Zeyno.
Aslında altı çocuk anasıydı. Ortancalardan kızı Zehra geçen yıl köyün kanalına düşüp ölmüştü. Köydeki kanalı belediyeye şikâyet etmelerine rağmen hiçbir yetkili sorumluluk almamış, orda yiten canlara bir Fatiha okunup, küçücük mezarları kanal şehidi çocuklarla doldurmuşlardı. Zehra’yı hatırladıkça gözlerine yaşlar hücum ederdi. Nedense Mahmut’un da kızı olmasına rağmen adamın umurunda değil gibiydi bu kayıp. Ah vah etmiş, bir tane daha yaparız demişti. Sanki bahsettikleri kızları değil de bir eşya, bir hayvandı. Bu evlattı, nasıl bir babanın buna canı yanmazdı. Onun canı kendinden başkasına yanmazdı ki. Taştan mıydı tezekten miydi kalbi? Arada uyurken boğası geliyordu, tenine de yüreğine de yabancı bu adamı.
Çuvalın dibini görmeye başlamıştı artık. Cevizin çıt çıtları avludan duyuluyor, parmakları nasır tutuyordu.
Cevizlerden bir iki tane aldı koydu cebine. Sabah ezanından sonra küçük Zehra’sının mezarına gitti. Bildiği duaları okuyup, cevizleri kıra kıra içlerini özenle ayıkladı, mezarın toprağına koydu. Ayıramazdı ki diğerlerinden Zehra’sını. Evde ne zaman özel bir yemek yapsa içi giderdi Zehra yiyemedi diye. Acısı eskisi kadar taze olmasa da arada kabuğu koparılan bir yara gibi acıyor, tazeleniyor daha da kanıyordu. Ceviz kabuklarını gömdü toprağa. Tıpkı kendi kabuğunu koparıp kanattığı gibi. Taze içi Zehra yesindi, o olmasa da kuşlar, böcekler, sincaplar yesindi. Elindeki nasırları taşa sürtüp kabuk tutmasını engellemeye çalıştı.
Eve vardığında Mahmut uyanmış, gür sesiyle bağırıyordu:
“Çay olmadı mı daha, saatlerdir ne yapıyorsun be kadın?”
Evet, hayatının yarısı otuz beş yaşına tekabül ediyorsa, tam hayatının yarısındaydı. Kahvaltıya kabuklarıyla cevizleri koymuş yanına da çaydanlığı getirmişti.


