Habibe Şenol İnan
Dört bir yanım karanlık. Yanımdan geçen balıklardan, yıldızlardan kendimi korumam gerekiyormuş. Kabuklarım olmasına rağmen beni yiyebiliyorlarmış. Annem beni terk etmeden önce bu konuda bana gerçek bir eğitim verdi ve ben şimdi etrafıma karşı gözlerim dört açık kendimi tüm ölümcül tuzaklardan kollayabiliyorum. Tam beş yıldır sonsuz denizin dibinde yürüyorum. Etrafımı hala keşfetmekle meşgulüm.
Acıktığım zaman kabuklarımı aralıyorum ve su içindeki bitkiler ve küçük canlılar ile besleniyorum. Bazen iştahsız oluyorum ve o günlerde yerimden kıpırdamadan, hiçbir dikkati üstüme bulaştırmadan günü kapatıyorum.
Öğlen uykusunun tatlı rüyalarıyla boğuştuğum bir gündü. Rüyamda genelde kendimi kıyıya doğru yüzerken görüyorum. İnsanlara yaklaşıp, suyun sonsuz güvenliğine geri kaçarken sonra tekrar kıyıya, tekrar derinliğe. Tekrar kıyıya tekrar derinliğe. Bu şekilde uzayıp giden sahneleri rüyamda görmek benim en zevk aldığım saatlerden. Hatta tek eğlendiğim saatler de diyebilirim. Bunlar rüyama kendiliğinden mi dahil oluyor yoksa ben mi bu rüyaları görmek için hayale yatıp uyuyunca bir film gibi devamı geliyor tam emin değilim.
Yanıma yaklaşan bir balık aniden bana sesleniyor:
“İstiridye senin incilerin var mı?”
Bir an şaşırıyorum.
“Bilmiyorum hem neden bana bunu soruyorsun ki?”
“Çünkü istiridyelerin incileri olur. Bir kez gördüğüm bir istiridyenin tam yedi tane incisi vardı.”
İlk kez duyduğum bu bilgi karşısında şaşırıyorum.
“Bilmiyorum yardım edersen öğrenebiliriz. Bakar mısın var mı?”
Kabuklarımı araladım ve heyecanla bekledim. Tabi o arada milimlerce su içimde gezinip dışarı geri çıkmıştı.
“Evet var. Tam üç tane incin var. Parlak ve beyaz.”
Bunu duyduğuma sevinmem gerekiyordu ama ben sevinemedim. Yıllardır içimde inci taşıdığımı bilmiyordum. Anneme de bana bu bilgiyi vermediği için içerleyip gücenmiştim. Resmen beni bu bilgiden mahrum etmişti. İhanete uğramıştım. Bilmiyordum ki beni korumak için bunu saklamıştı. Ne olursa olsun bir anne kendi bedeni ve türüyle ilgili bunu çocuğundan saklayamazdı, saklamamalıydı.
Balık uzaklaştığında kendi kendimle kalmıştım. İncilerimi merak ediyor ancak göremeyeceğimi biliyordum. Kabuklarım incilerimi başka hayvanlardan ve insanlardan korumak için miydi? Şimdi daha da dikkatli olmalıydım. Onları kimse görmemeli ve bilmemeliydi.
İçimdeki hazineyi bilmeden çok daha rahat yaşıyordum; nitekim günüm uyumakla ve beslenmekle, sessizce kayaların üzerinde sabit durmakla geçiyordu. Korunmak için çok çaba sarf etmeme gerek yoktu. Fakat taşıdığım incileri öğrendiğimden bu yana gizlenmek için daha çok düşünmeye ve kendime ehemmiyet göstererek hareket etmeye başlamıştım. Bazen duyduğumu sandığım seslerden ürküyor bazen ise takip edilip avlanacağımı düşünüyordum. Bu da uykusuz kalmama ve yemek yiyemememe yol açmıştı.
Bir gün yanıma yaklaşan yıldızdan öylesine korkmuştum ki o gider gitmez sürünmeye başlamıştım. Saatlerce yürüdüm, çeşitli deniz bitkileri ve hayvanları gördüm. Denizin görmediğim üyeleriyle karşılaştım, tanıştım. Tek derdim bir an önce denizden uzaklaşmaktı. Kıyının derinliklerindense sığ yerlerinde tehlikeden daha uzak olacağımı düşünüyordum.
İncilerimi korumalı ve onları görmeliydim. Ah nerden sokmuştu bunu aklıma şu meraklı balık. Sonunda, düşünmeden yaşayan bir istiridyeyken kaygı dolu bir istiridyeye dönüşmüştüm.
Kıyıya yaklaştıkça su ısınmaya ve çevrem aydınlanmaya başladı. Giderek suyun içindeki çeşitlilik azalıyordu. Korkmaya başlamıştım, yalnız bir boşlukta ilerliyordum. Ancak sıcak su ve denizdeki atıklar başımı döndürmeye başlamıştı. Kabuklarımı araladım ancak içime giren yabancı asitler beni yok etti. Gerisini hatırlamıyorum. Karanlık bir boşluk.
“Esra çabuk buraya gel bak burada ne var. Bir midye buldum.” Kızına midyeleri göstermek istiyordu. Birçok beyaz, mavi ince çizgili midyeler. O da ne bir tanesinin içinden inciler döküldü. Tam üç tane. Eline aldığı incileri inceledi. Muazzam parlak inciler. “Anne eve götürüp bu midyeleri boyayalım mı? Belki kolye yaparız.”
Kabuklarıma iyi bakmam gerektiğini bilmiyordum. Annem bana sadece “Kabuklarının sert olmasına dikkat et,” demişti. “Onları kimsenin kırmasına ve içine girmesine izin verme. Çünkü hepimiz içimizde kıymetli şeyler taşıyoruz. Senin hazineni bilenler kabuklarından sızmaya çalışacaklar. Sen ise her zaman sertliğini koruyacaksın aksi takdirde yaşayamazsın.”
Yaşayamamıştım. Kendi çevremden kaçarken insanların gazabına uğramıştım. Alıştığım ortamdan çıkmam trajik bir ölümle sonuçlanmıştı. Çünkü alıştığı yerden alınan biri farklı bir ortama uyum sağlayamazdı. Bedenen ve ruhen yok olurdu. Bir pengueni çölde yaşatamazdınız. İncileri olan bir canlı da insanların arasında yaşayamazdı. Onların kirlettiği evimde ölmüştüm ve incilerim onların elinde bir şans nesnesi olacaktı. Belki cüzdanlarında taşıyacaklar, belki de kısa bir süre sonra çöpe atacaklardı. Kabuklarım boyanacak, aksesuar yapılacak, sıkılınca kırılacaktı. Hem de büyük bir zevkle. Evimde kalıp haysiyetimle ölebilirdim. Asıl düşmanlarımın dışarıda olduğunu bilmeden ölüme yürümüştüm. En acısı da incilerimi görememiştim.


