Osman Akçay
Hüseyin Dede, köyün en sakin köşesindeki taş evde, yılların yorgunluğunu taş duvarlara sığdırmış bir adamdı. Eşi Ayşe Nine’yle altmış koca yıl geçirmişlerdi. Her sabah aynı tahta sofrada, dumanı tüten çay bardaklarının başında gülümsemeler paylaşmış, her akşam diz dize, yıldızların altında hayaller kurmuşlardı.
Ayşe Nine, Hüseyin Dede’nin gözlerinde dünyayı görürdü; Hüseyin Dede ise onun gülüşünde cenneti bulurdu. O gülüş, Hüseyin Dede’nin kalbine işlenmiş bir nakıştı, asla solmaz sanırdı. Ama bir sonbahar günü, soğuk bir rüzgâr gibi ölüm geldi, Ayşe Nine usulca gözlerini yumdu. Hüseyin Dede’nin dünyası o an karardı, sanki gökyüzü yıldızlarını yitirmişti. O gece, Hüseyin Dede ilk kez Ayşe Nine olmaksızın yatağa uzandı. Sessizlik öyle ağırdı ki, nefes almak bile zor geliyordu.
Ertesi sabah taziyeye gelen komşular, Hüseyin Dede’yi elinde camları kırık bir gözlükle buldular. Genç Ahmet, merakla “Hüseyin Amca, gözlüğünün camları niye kırık?” diye sordu. Hüseyin Dede’nin gözleri doldu, sesi titreyerek “Yeğenim, bu dünyada görülmeye değer tek şey Ayşe’mdi. O olmayınca neyi net göreyim? Gözlüğün camlarını ben kırdım, dünya artık bulanık kalsın, fark etmez,” diye cevap verdi. Komşular sustu, Hüseyin Dede’nin acısı havada asılı kaldı.
Günler, günleri kovaladı. Hüseyin Dede evinden çıkmaz oldu. Taş ev, adeta onunla birlikte yas tutuyordu. Kapının önündeki tahta sedir ve semaver toz içinde kalmıştı. Ama bir sabah, güneş ışıkları pencereden süzülürken Hüseyin Dede bahçeden gelen bir koku hissetti: Lavantaların kokusunu. Bir anda yarası kabuk bağlamıştı. Yıllar önce Ayşe Nine “Bunlar sevgimiz gibi her baharda hep açacak Hüseyin” diyerek ekmişti o mor çiçekleri. Hüseyin Dede, bulanık gözlerle lavantalara yaklaştı. Elinde Ayşe Nine’nin eski bir mendili vardı. Mendili göğsüne bastırdı. Sanki Ayşe Nine yanındaydı, el ele gökyüzüne bakıyorlardı. Kokusu da hâlâ orada, lavantaların arasındaydı. O an, köy çocuklarının uzaklardan gelen kahkahaları kulaklarına çalındı.
Hüseyin Dede gülümsedi, “Tamam, Ayşe’m” dedi, “seninle bu dünyada hâlâ güzellikler buluyorum.”
Zaman aktı, Hüseyin Dede her sabah lavantalara su verir oldu. Çocukların koşuşturmasını, rüzgârın usulca ağaç dallarını okşayışını fark etti. Bir gün, köy çocukları koşarak geldi, ellerinde Ayşe Nine’nin yıllar önce ilkokul öğrencisi Mehmet’e ördüğü bir atkı vardı.
“Hüseyin Amca, bunu getirdik,” dediler, gözleri parıldayarak. Hüseyin Dede atkıyı aldı, öptü. Ayşe Nine’nin kokusu ipliklere sinmişti. O atkıyı omzuna sardı, bahçedeki meyvelerden çocuklara ikram etti, Ayşe Nine’nin masallarından onlara anlatmaya başladı. Her kelime, Ayşe Nine’nin gülüşü gibi havada süzülüyordu. Lavantalar her bahar açtı, Hüseyin Dede de her bahar Ayşe Nine’sini o mor çiçeklerde yaşattı. Ama bir gece Hüseyin Dede, atkıyı omzuna sarıp mendil elinde, usulca lavantaların arasına diz çöktü. Lavantaların kokusu ciğerlerine dolarken gözleri gökyüzüne kaydı. Sanki Ayşe Nine orada, yıldızların arasında, elini uzatmış bekliyordu
“Geldim, Ayşe’m,” diye fısıldadı, son bir tebessümle.
Köylüler sonraki sabah Hüseyin Dede’yi lavantaların arasında uyur hâlde buldular. Yüzünde huzurlu bir gülümseme ile Ayşe Nine’ye kavuşmaya gitmişti. Köy halkı, o bahardan sonra lavantaları daha bir sevdi, çünkü Hüseyin Dede ve Ayşe Nine’nin sevdası o çiçeklerde yaşıyordu.


