Sonnur Özban Karapınar
Kolumdaki yaranın kabuğunu istemsizce yolmaya başladım. O sırada derinlere dalmış radyo dinliyordum. Kulağa hoş gelen bir ses şöyle dedi:
“Kimi, kabuğunu kırmak için bir ömür uğraşır; kimi, kabuğundan bir an bile ayrı kalamaz.”
O cümle beni benden aldı. Sesin sahibi bir psikologdu. Ne tesadüftür ki, beni kabuğumu yolarken yakalamıştı. O an kafama dank etti. Kırk yaşındaydım. Yaralarımı iyileştirmek için hiçbir çabam olmamıştı. Aksine, kabuklarını sökerek onları kanatmaktaydım. Bu yara da ondan yadigardı. Eski sevgilimden. Ki kendisi benim için hiçbir zaman eskimemişti. Beni artık sevmediğini söylediği o talihsiz günden beri yoluyordum kolumu. Her kabuk bağladığında, koparıyor, kanatıyordum. Bu yara o günden kalan tek hatıra olmuştu. Üstelik iyileşme zamanı gelip geçmişti. Kabuğun görevini yapmasına fırsat vermeliydim artık. Kendime bir söz verdim: O kabuğu bir daha yolmayacaktım. Sevgili de, onun ruhumda açtığı yaralar da, adı gibi eskide kalacaktı. Almış olduğum bu keskin karardan sonra, beynim “Kabuk’ nedir?” sorusuna takıldı. Bu meseleye başka açılardan bakmalıydım. Psikolog hanım ne demek istemişti? Cevizin bir kabuğu vardı. Dışarıdan bir kuvvet onu kırdığında, içindeki lezzet ortaya çıkardı. Lakin kabuğun da bir kırılma zamanı vardı değil mi? Önce olgunlaşması beklenirdi. Peki insanın kabuğu nasıl kırılırdı?
Tam o sırada canım annem elinde kuruyemişle salona girdi.
“Hu, hu, Müzeyyen! Nerelere daldın yine? Bak kuruyemiş getirdim sana. Kabuklarını da tabağa atıver yavrum.”
“Efendim anne, bir şey mi dedin? Dalmış, gitmişim öyle. Bayılırım kuruyemişe, zahmet etmişsin yine.”
Elim tabağa uzandı. Bak sen şu Allah’ın işine, bir antepfıstığı misafir oluverdi elime. “Al sana bir kabuk daha,” dedim kendime. Araladım kabuğu dişlerimin arasında, demek isterdim. Ancak kabuk sımsıkı kapatmış kendini dünyaya. Kabuğu kırsan bir dert, kırmasan başka dert. Ama kırmadan da yenilmez ki bu meret. Aldım kıracağı elime, çat… Görev tamam. Fıstık gibi fıstık damağımda. Tadına doyamadım valla. Sonra, “Senin kabuğunu da kırsak mı acaba Müzeyyen?” dedim coşkuyla.
Zırrr… Zırrr… Zım…Telefonum çaldı. Arayan yabancı bir numaraydı. Açıp açmamak konusunda tereddüt ettim. Açtım.
“Alo, buyrun.”
Yeşil Barış Toplum Platformu’ndan arıyorlardı. Caretta carettaları korumak için bağış topluyorlarmış. “Tamam, tamam. Tabi ki. Hangi hesaba yatırayım parayı? Benim de bir katkım olsun doğaya. İyi günler dilerim,” diyerek telefonu kapattım.
Günün üçüncü kabuklusu da çalan telefonla çıkmıştı karşıma. Kaplumbağa. Yükü sırtında. Sığınmış kabuğuna. Kabuğu korur onu daima.
Yara, fıstık, kaplumbağa… Hepsinin ortak noktası kabuklarıydı. Kırk yıl kıramamışım kendi kabuğumu; bundan sonra kırsam ne, kırmasam ne? Değişim cesurların işi belki de. Peki hangisiyim ben?
Radyoda duyduğum o cümle yankılandı beynimde: ‘Kimi, kabuğunu kırmak için bir ömür uğraşır; kimi, kabuğundan bir an bile ayrı kalamaz. ‘
Bir kabuğum var mı gerçekten? Varsa kırılmak için uygun zamanı mı kolluyor? O an, şimdi değilse, ne zaman? Aman canım bütün kabuklar kırılmak zorunda mı yani?
Ben, kabuğundan ayrı kalamayanlardanım galiba. Kaplumbağa misali yavaş yol alanlardan. Kabuğunu yük sandığı halde aslında ona yük olanlardanım. Kabuğuna sığınmış bir mülteciyim. Ne diyorum ben? Nasıl kurtulunur ki bu durumdan? Gerçek benliğine kavuşmak için, ne mücadeleler vermeli insan? Derken uyuyakalır Müzeyyen.
Saat tik ve tak eder. Birkaç saat daha geçer beşerin ömründen. Müzeyyen rüyalara dalar gider, gider, dalar ve gider. Zırrr… Zırrr… sesi ile gittiği yerden el mecbur döner. Uyku mahmurluğuyla; ‘Fıstığın kabuğunu kırdın. Kuruyemişleri hapur hupur yedin. Saatlerdir düşünüp duruyorsun. Bir kendi kabuğunu kıramadın. İstihareye de yattın. En doğrusu durumunu kabullenmek. Yaşamını başka türlü sürdüremeyecek kadar alışmışsın sen kabuğuna. Senin adın Mülteci Müzeyyen bundan sonra. İyisi mi kabuğunun altında mutlu mesut yaşa bir süre daha. Ta ki kabuğun kendi kendine çatlayana kadar…


