Mualla Çelik Hıdıroğlu
Günün ışımaya başladığı saatleri severim. Pencereden süzülen solgun ışık masanın kenarına vurur; kahvemi yudumlarken, dünyanın henüz uyanmadığı o anlarda sessizce otururum. Kulağıma yalnızca buzdolabının uğultusu, uzaktan tek tük araba sesi gelir. Nesneler sustukça kendi derinliğime inerim. Sadece kahvenin kokusu, gökyüzünün rengi ve pencere pervazına düşen ışığın yansıması… Her şey tam dozunda, dengede.
Koşuşturma henüz başlamamıştır. Şehrin gürültüsü uzaklardadır; insanların nefesi birbirine karışmamıştır. Bu saatlerde dingin olurum. Görünmeyecek kadar karanlık, görünecek kadar aydınlık vardır. Işığın karanlığa karıştığı, sınırların silikleştiği, çizgilerin yumuşadığı bir geçiş zamanı… Gün henüz karar vermemiştir ne olacağına.
Zihnimde bir aralık açılır bu anlarda; hiçbir düşünce ötekine çarpmadan sıraya girer. Her biri sabırla, kibarca yerini bekler. O anda hissettiğim şey basittir: Ne biraz eksik ne biraz fazla. Huzur…
Gün içinde dağılır, savrulurum; sesler, yüzler, cümleler arasında kaybolmak kolaydır. O zaman içimde bir alarm çalmaya başlar. Hemen bir kuytuya çekilip gözlerimi kapatır ve sabahın o huzurlu saatlerine dönerim. Tıpkı kırmızı ışıkta duran bir sürücünün iç güdüsel davranışı gibi… Kendini koruma refleksi. Yola çıkmadan önce aynaya bakmak, emniyet kemerini çekmek sanki, küçük bir hazırlık bu. Kimsenin fark etmediği, hatta anlaması da gerekmeyen bir kendine dönme biçimi.
Işığı tamamen kapatmak istemem; çünkü karanlıkta kaybolmak da var. Ama üzerime çevrilmiş, göz alan bir ışığın altında kalmak da tercihim değil. İnsan her zaman görünür olmak istemez. Bazen bir köşede, yarı gölgede durmak yeterlidir. Fazla ışık yakıcıdır; bir süre sonra insan kendi yüzünü bile tanıyamaz hale gelir.
Tansiyonu yüksek seslere tahammül etmek hiç de kolay değil. Toplantılarda ya da kalabalık bir masada biri diğerlerinden daha yüksek sesle konuştuğunda tüylerimin diken diken olduğunu hissederim. Sanki havadaki oksijen azalıyor. Gerekçesi ne olursa olsun, kendini savunmak, haklı çıkmak ya da görünmek için bağırsa dahi o ses hep aynı tınıyı taşır: tahakküm. Bağırarak haklı olunabileceğine inanmak, galiba çağın hastalığı. Hepimiz buna tanığız; hep bir görünme telaşı, kendini kanıtlama açlığı.
Oysa ben, konuşmadan da anlaşılabilen, kelimeleri cimrice kullanan, bakışlarında anlam taşıyanları severim. “Haydi tane tane anlat,” demek isterim böyle anlarda. “Yargılanmazsın, korkma.” Çünkü çoğu insan artık dinlenmeden, boşluğa konuşuyor.
Hüküm vermek, hızlı bir rahatlama biçimine dönüştü. Kimse gölgeye çekilip düşünmüyor artık. Oysa biraz sükûnet gerek. Şişşt… Sakin… Gölgenin sana yetişmesini bekle, onun ıssızlığına sığın.
Yüzü dümdüz parlatan ışık, pürüzleri sildiği gibi yüzün hikâyesini de yok eder. Oysa kenardan yansıyan loş bir ışık, yüzdeki kırışıklığı, göz altındaki morluğu, yani yaşamın izlerini görünür kılar. Resim sanatının kurallarındandır: Gölge yoksa hacim de yoktur. Sanatta olduğu gibi, insan ilişkilerinde de böyledir; birini tanımak sadece aydınlık yanlarına bakmakla olmuyor.
Edebiyat da aynı yasaya tabi değil midir zaten? “Anlatma, göster,” denilir. Her şeyi açıklayan cümle, okurun düşünmesine yer bırakmaz. Oysa biraz boşluk, biraz gölge… İşte orada okur girer içeri. O boşluk, anlamın nefes aldığı yerdir. Her karakter bir insandır; iyiyle kötünün, dürüstlükle zaafın karışımı. Gürültüsünü kısmayı başarabilirsek karakterin kendi sesini daha net duyarız. Adaletle merhameti, kuralın sertliğiyle hayatın pürüzünü aynı sahneye koyduğunda cümle keskinleşmeden sağlam durur. Tıpkı gölgeyle ışığın birlikte var olmasında olduğu gibi. Çünkü insanı insan yapan çoğu şey, ancak gölgesiyle birlikte anlaşılır.
İşte bu yüzden ışık ve gölge benim için sadece mekânın değil, insanın da meselesi. Işığın şiddeti, çoğu zaman niyetin yönünü de ele verir. Son zamanlarda her yerde bitmek bilmeyen bir parlaklık arzusu var: Her yüzün üzerine doğrultulmuş bir projektör. Ekranlar, bildirimler, sosyal medya… Herkesin yüzüne, evine, ilişkilerine ışık tutulmuş durumda. Herkes görünmek istiyor ama hiç kimse görülmeyi kaldıracak kadar çıplak değil.
Bir fikri dile getirmenin tek yolu sanki onu daha da aydınlatmakmış gibi yaşıyoruz. Oysa parlaklık arttıkça yüzey kayganlaşıyor; tutunacak yer kalmıyor. Her ayrıntıyı aydınlatan ışık, anlamı sıradanlaştırıyor. Her şeyi söylemenin, her duyguyu anında paylaşmanın bir yan etkisi var elbette: Yüzeysellik. Artık hiçbir şeyin gizemi kalmadı. Bir fotoğrafı paylaşmadan önce yaşanmış saymıyoruz. Oysa bazı şeyler anlatılmadan da vardır; hatta anlatılmadığında daha derindir.
Gölge saklanmak değildir; şekil vermektir. Evin köşesinde duran saksının biçimini gölge çıkarır ortaya. İnsan ruhunda da böyledir. Bastırılmış, ertelenmiş, adı konmamış olan hep gölgede durur. Ve insanın biçimini asıl onlar verir. Bu yüzden kendime sık sık hatırlatırım: Kelimelerin şiddetini ayarla, kesin yargılardan vazgeç. Çünkü kelime bazen bıçak gibi keser, bazen şefkatli dokunuş gibi iyileştirir. Hangisi olacağı, tonuna bağlıdır.
İnsanları şehirlere benzetirim. Bir kentin ruhu sadece aydınlatılmış cephelerinde değil, ara sokaklarının sessizliğinde bütünlenir. Ne tam karanlıkta ne tam ışıkta var olur. İkisinin arasında, gölgede nefes alır.
Günün ışımaya başladığı saatleri bu yüzden severim. Çünkü orada hem gecenin bilinmezliği hem gündüzün umudu vardır. Işık karanlığı kovmaz, gölge ışığı yutmaz. Kişinin kendine en yakın olduğu anlardır bunlar. Günün telaşı henüz başlamamıştır. Sözler değil, sessizlik konuşur. Kahvemin son yudumunu içerken pencerenin dışındaki gökyüzü yavaşça açılır; içimde tarif edemediğim bir sükûnet yerleşir.
Belki de her sabah, bu kısa anlarda, yeniden doğuyorumdur: Işığın gölgeyle el sıkıştığı o yerde.

Mualla Çelik Hıdıroğlu, Endüstri Yüksek Mühendisi. Yürüttüğü projeler ve çalıştığı sektöre getirdiği yenilikler nedeniyle Dünya Gazetesi tarafından ‘Sektöründe Yılın En Başarılı İş Kadını Ödülü’ne layık görüldü. Kadın dernekleri ve birçok sivil toplum örgütünün kuruluşunda yer aldı, başkanlık yaptı. Profesyonel kariyerini sonlandırdıktan sonra sanat ve edebiyata yöneldi. Resim çalışmalarına kendi atölyesinde devam ediyor. Yaratıcı yazarlık, derin okuma, felsefe, mitoloji ve psikoloji alanlarında birçok atölyeye katılırken, disiplinlerarası bir yaklaşımla sanatsal gelişimini pekiştirdi. Öyküleri çeşitli kolektif kitaplarda yer aldı. Distopya ve Suare Dergi’ye yazar olarak katkı sunuyor. Sanat ve düşünce ekseninde üretimlerini sürdürüyor.

