Hakan Akdoğan
Bakışın gittiği yerle bedenin gidemediği yer arasındaki boşluktayım. Zemin ayaklarımı tutuyor ama içim çoktan oraya varmış. Belki de insan, tam olarak bu mesafede, arzusu ile engelleri arasındaki bu ince yarıkta, kendi adını yanlış telaffuz eden bir varlık. İçinde dalgalar, önünde duvarlar.
O yüzden susuyorum çoğu zaman. Dışarıdan bakınca sakin, hatta uyumlu görünüyorum. Oysa içimdeki hareket, çoktan yasak bölgeyi ihlal etmiş, adı konulmamış yerlere sızıyor. İçimde biriken suyun basıncı beni içten içe oyuyor. Çocukluğun koridora bırakılmış ayakkabıları, yarım kalmış cümleleri, utançtan duvara gömülen bakışları yerin altında kazılmış gizli bir tünelden birbirine bağlanmış gibi.
İnsanın garip bir dayanıklılığı var. İçten içe oyula oyula, kendi iç boşluğuna daha çok yer açarak yaşamayı öğreniyor. Ruh dediğimiz tam da bu oyulmanın kendisi. Eksildikçe genişleyen, kırıldıkça derinleşen o tuhaf iç hacim. Oraya kimse girmesin diye susturuyoruz kendimizi ama asıl orası konuşmak istiyor, en çok orası anlatacak şey biriktiriyor.
Göğüs kafesimin içinde, kimsenin görmediği bir kat daha var. Orada eski akşamlar oturuyor. Zihnim gündüzleri bütün bunları dosyalara ayırıp dolaplara kaldırmış gibi davranıyor ama gece olunca arşiv kapakları tek tek açılıyor. Ses çıkarmadan inen bir çekmece sesi, ışığı açmadan mutfağa yürüyen biri, kapı aralığından bakan bir çocuk… Hepsi aynı yerden sızıyor içeri. Adını koyamasam da her defasında tanıyorum o duyguyu; bir yerden biliyorum, henüz hatırlamadığım bir sahnenin uzantısı gibi.
Dışarıdan bakınca buna “Hayat!” diyorlar, “Yoğunluk!” diyorlar, “Zaman böyle,” diyorlar. Oysa ben, en çok kendi içimdeki tekrarları fark ediyorum: Aynı tip insanlara tutunmam, aynı yerlerde incinmem, aynı kelimelerde takılıp kalmam boşuna değil.
Bir yanım, eski bir yarayı hep aynı yerden yoklayıp duruyor; belki gerçekten iyileşip iyileşmediğine bakmak için, belki de başka türlü kendimi hissetmeyi bilmediğim için. Psikolog koltuğunda oturan insanların yüzlerini düşünüyorum; az konuşan, çok dinleyen, sorularını geciktiren birini. Orada bile tam açılmayan, kenarda köşede saklanan taraflarımız var. Çünkü biliriz ki bir kere gerçekten açılırsa, geri toplamak mümkün olmayabilir. Yine de içten içe, o kontrol kaybını özleyen bir parça taşıyoruz; bütün savunmaları aşındırıp çıplak kalmak isteyen, “Tamam, bu kadar yorgunluk yeter,” diyen o küçük, inatçı parça. Belki de iyileşmek dedikleri şey, hiç yara almamış gibi yaşamak değil içimizdeki o inatçı parçaya sonunda yer açıp, “Gel, burada otur!” diyebildiğimiz o kısa, dürüst anlardan ibaret.
Bazen o iç odada otururken, arzularımın sesini duyuyorum önce. Öyle büyük, destansı şeylerden bahsetmiyorum. Kimsenin alkışlamayacağı, afişe çıkmayacak küçük istekler bunlar. Bir cümleyi sonuna kadar kurabilmek, birine gerçekten “Korkuyorum!” diyebilmek, yıllardır ertelenen bir gidişi nihayet gerçekleştirmek… Yine de yukarıdan bakınca hepsi aynı hareketi taşıyor; uzaktan gelen, önce usul usul yükselen, sonra nereye vuracağını kendi bile bilmeyen bir su kütlesi. İçimdeki her istek, yüzeye çıkmak için uygun an kolluyor. Tam dudaklarıma yanaştığı anda, derinden bir yerden tanıdık bir ses yükseliyor: “Şimdi sırası değil, yapma, bozma, sus!”
Annemin bakışında, babamın kaş çatışında, öğretmenin kurduğu cümlede büyümüş bir ses o. Zamanla, dışarıdan içeriye taşınmış, sonra da içeride duvara dönüşmüş. Kıpırdayan her arzuya “Dur!” diyen, yerinden memnun olmasa da yerinden oynamaktan ödü kopan bir bekçi. İçimde yükselen her hareketi, sanki kıyıya vurmadan geri çekmek istiyor. O yüzden çoğu gecenin sonunda, içimde kabaran her şey, tam sınır çizgisine gelince geri dönüyor. Yüzeye ulaşamayan cümleler, kulağıma çarpıp boğazımda eriyen itiraflar, ayak bileğine kadar gelip geri giden cesaretler…
Biliyorum ki o sert yüzey olmasa, hayat darmadağın bir taşkına dönüşebilirdi ama şunu da görüyorum: Fazla katılaştığında, içeride dolaşan her coşkuyu suç delili gibi görüyor. Birine yaklaşmak istiyorum, “Yanılırsın!” diyor. Yeni bir yola girmek istiyorum, “Geç kaldın!” diyor. Bir şeyi gerçekten istediğimi fark ediyorum, “Yakışıksız,” diyor, “senlik değil.” Böyle böyle, arzularımın ritmiyle, içimdeki yasak koyucunun emirleri birbirine çarpıyor. Ortaya tuhaf bir titreşim çıkıyor: Ne tam yaşam ne tam vazgeçiş. Gündüzleri bu titreşimi ‘huy’ diye geçiştiriyoruz; oysa geceleri, tam göğsün ortasında, hiç de masum hissettirmiyor.
Yine de bütün bu iç çatışmanın ortasında, dikkatimi çeken küçük bir şey var: Ne zaman o sert yüzeyde ince bir çatlak belirse, içimde bir şey derin bir nefes alıyor. Bir gün, alışıldık “Yapma!” sesine rağmen birine gerçeğe biraz daha yakın bir cevap verdiğimde ya da yıllardır ertelediğim bir kararı, mükemmel zamanı beklemeden aldığımda… Sonuç hiç de kusursuz olmuyor, hatta bazen pişmanlık payı yüksek.
Ama o anlarda hissedilen tuhaf bir hafiflik var, içimdeki su, ilk kez kendi çizdiği şekle kavuşmuş gibi. Belki de mesele, arzuları tamamen susturmak ya da o sert sesi tümden yok etmek değil. Asıl mesele, ikisinin arasındaki pazarlığı başkasının değil, kendimin yapabilmesi. İçimdeki hareketle, içimdeki yasak koyucuyu ilk kez aynı masaya oturtabilmem.
Biliyorum, kulağa teori gibi geliyor ama değil; bu daha çok, gündelik hayatın küçük sahnelerinde fark edilen bir şey. “Hayır!” demeyi hiç beceremediğin kişiye bu kez “Olmaz!” diyebildiğin bir akşam. Yıllardır sevdiğini söylemekten çekindiğin insana, tam da korktuğun anda bir cümle fazla kurduğun bir an. Ya da hiç konuşmadığın o iç parçana, gece uyanıp su içerken, lavabonun başında aynaya bakıp kısık sesle “Haklısın,” dediğin saniye. İşte o küçücük hamlelerde, içerdeki su, sert yüzeyin üzerine ince bir köpük izi bırakıyor. Belki yıkmıyor, belki parçalamıyor ama en azından, varlığını inkâr ettirmiyor.
Ben artık biliyorum ki içimdeki hareketi tamamen susturamayacağım; o hep orada olacak, hep kabaracak, hep bir yere varmak isteyecek. Aynı şekilde, içime yerleşmiş o sert sesi de tümden yok edemeyeceğim; o da varlığını sürdürecek, hep temkinli, hep kuşkucu. Ama belki de önemli olan, hangisinin tamamen kazanacağı değil. Asıl mesele, bir anlığına da olsa, ikisinin gürültüsünün arasından kendi gerçek sesimi duyabilmek.
Adımı bu kez doğru telaffuz ettiğim, kimsenin öğrettiği gibi değil, içimden geldiği gibi söylediğim bir an yakalayabilirsem… İçimdeki su biraz olsun rahatlayacak, o sert yüzey de belki biraz yumuşayacak. Ne tamamen o tarafa geçmek zorunda kalacağım, ne de bu tarafta kalmaya mahkûm olacağım. İkisinin arasında, nihayet bana ait diyebileceğim küçük bir şerit açılacak. Orası belki kimsenin görmeyeceği kadar dar ama tam orada ilk kez gerçekten yaşadığımı hissedebilirim.
Belki de bütün hayatım, o dar şeridi korumaya çalışmakla geçecek; içimde kabaranı inkâr etmeden, üzerime çökeni de tamamen söküp atmadan. Bakışım hâlâ gidebildiğinden daha uzağa gidiyor, biliyorum, gidecek de. İçimdeki su, her gün başka bir ritim tutturacak; kimi akşam sakin, kimi sabah hoyrat. İçimdeki bekçi de arada bir yerinden doğrulup itiraz edecek, kaşını çatacak, bazı kapıları yüzüme kapatacak. Ama artık biliyorum: Aralarında, kimsenin bana öğretmediği, haritası ders kitaplarında çizilmeyen, yalnızca bana ait küçük bir geçiş hattı var. Oradan yürürken ne tamamen korunuyorum ne de tamamen savruluyorum. Ayaklarım hâlâ bu zeminin gerçek ağırlığını hissediyor, içimse çoktan yola çıkmış olmanın tuhaf hafifliğini taşıyor. Ne dalgaları keseceksin ne duvarları yıkacaksın… Sadece, nihayet kendi adını içeriden duyabileceğin kadar sessizleşeceksin.

Hakan Akdoğan, Hacettepe Üniversitesi ‘İngiliz Dil Bilimi’ bölümünü bitirdikten sonra Anadolu Üniversitesi ‘Medya ve İletişim’ bölümünü tamamladı. Uludağ Üniversitesi’nde ‘İnsan, Toplum ve Felsefe’ programında yüksek lisans çalışması yaptı. Sanatla Terapi ve Adli Psikoloji Uzmanlığı eğitimleri aldı. International Dublin University’de Sosyal Psikoloji alanında Master derecesi yapmaktadır. 2003 yılından bu yana birçok üniversite ve kurumda ‘Yaratıcı Yazı’, ‘Derin Okuma’, ‘Sanatla Farkındalık’ gibi konularda eğitimler vermekte, çeşitli platformlarda konuşmacı olarak yer almaktadır. Halen bazı üniversitelerde ve çeşitli kurumlarda eğitimler vermekte, yayınevlerine yayın danışmanlığı yapmaktadır. Distopya Akademi’nin kurucusudur. Nü Peride, Gölge Yaşatan, Struma, İlişmek, Varlık ve Piçlik, Kirpi Mesafesi, Kenet adlı romanları yazdı. Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazandı. Eserleri birçok dilde ve ülkede, yabancı okurlarla da buluşmaktadır.


