Emel Altuntaş
Gelecek hızla yaklaşıyor, hem de bütün belleğimizi alt üst ederek. Kökleri de kodları da tanıdık değil. En yalın haliyle bile, hayret verici.
Geçmiş anıların, bir bütün olarak hatırlandığı, saklanıp korunduğu bir yer midir gelecek? Yoksa kendine has, yepyeni ilerleyişlerin ve buluşların yıkıcı sonuçlarını göreceğimiz, durağı olmayan ileri bir yolculuk mu? Yolcuların ayırt edici özellikleri, öz geçmişleri ve toplumsal belleği, akıştaki bu yıkıcı boyutun ortasına taşınmaz mı? Gerçekleşen her şeyin yerini aldığı kaçınılmaz noktadadır gelecek. Sonsuzluk kavramıyla birlikte anılmaktadır, çoğu zaman.
Hafıza, deneyimlerin kayıt altına alındığı yer değildir sadece, onunla geleceği düşleyip var eder, insan.
İnsan bilincinin ve kimliğinin temellerinden biri olan bellek, geçmişi hatırlamanın dışında bireylerin ve böylece toplumların varoluş ve deneyimlerinin de birikimidir. Platon’a göre, doğuştan sahip olunan bilgi, öğrenme yoluyla hatırlanan bir şeydir. Bu düşünce, bellek ve öğrenmenin bir varoluş meselesi olduğunu gösterir.
Kapitalizm, her şeyi değiştirip dönüştürerek ticari bir meta haline getirip, tüketimin konusu yapar. Böylece sistem, sürdürülebilirliğini teminat altına almış olur. Maalesef kültürler de nesneleşerek tek tipleşmekte, çeşitliliğini kaybetmektedir. Sürekli akışta olan zaman, yıkıcı bir değişim ve dönüşümle kıymet verilen birçok şeyi önüne katarak insanlığa meydan okumaktadır. Bu hız, çağımız insanının belleğinin bilgiyi nasıl depoladığı sorunsalını ortaya çıkarmaktadır. Ünlü Alman filozof Friedrich Nietzsche, bellek ve gerçeklik karşılaştırması yaparken hafızanın yanılsamalarla dolu olabileceğini ve kişinin o anki ihtiyaçlarına uygun, yeni sürümler yaratabileceğini belirtir. Buna göre hafıza, zamanla değişen, dinamik bir yapıya sahiptir ve bireyin algıladığı geçmişin bir yansıması olabilir.
Bu çıkarımın üstüne, çağımız insanının iç içe olduğu ve maruz kaldığı, eğilip bükülmüş bilgi kirliliğini değerlendirmek gerekir. Sorgulanmaya muhtaç bilgi de tıpkı zaman gibi durmaksızın değişmekte, bireyin parmaklarının ucunda kayıp yok olmaktadır.
Mekandan bağımsız olan mobil cihazlar, dünyanın kapılarını insanın avucunun içine açar. Şüpheci bellek, neyi kaydedip etmeyeceği konusunda kararsız ve savunmasızdır.
Nesnelere ve diğer insanlara ulaşımı kolaylaştıran, pek çok konuda geliştirilen içerikleri hızlıca tüketmeyi sağlayan mobil aygıtlar, bireyin vazgeçilmezi olmuştur. Bu renkli ve çok sesli dünya, insanı içine çekmekte, şüpheli bilgilerle bir nevi sanal obezite yaratmaktadır.
Gerçeği göz ardı edip yapay olanla hayata devam edenler, like alma ve emoji yorumları ile sanal takipçilerin ortasında altın vuruş yaparak, sosyolojik intiharı yaşamaktadırlar.
Her şeyin araçsallaştığı günümüz dünyasında, artık mobil toplumlar ortaya çıkmıştır ve üretilen içeriklerin kalıcılığı önemsenmeden yeni bir başkası sıraya girmektedir. Bu çeşit bir tüketimin bellek ve aktarım konusunda olumsuz etkileri tartışmaya değerdir.
Musluklarından; arıtılmış, tatlandırılmış deniz suyu akan, kum, jel ve akıllı bakterilerle karılmış malzemeden yapılan binalarda yaşıyor gelecek.
Tabağı süsleyen o lezzetli, sulu, mis gibi et sadece birkaç hücre ile oynanarak oluşturuluyor. İçinde yaşayanlara giydirdiği elbise, dolaşan kanın deviniminden faydalanarak enerji üretiyor ve onun sahibi, sonsuz bir şarj ünitesini üstünde taşımış oluyor.
İnsan, haz ve mutluluk için gerçek dünyadan kaçıp sanal bir gerçeklik yaratıyor. Erken dönemde bütün yasaklara rağmen merakını yenemiyor bilim. Embriyonun kalbine dokunuyor tıbbi telleriyle, genetik haritalarını yeniden çiziyor. Doğuştan verilen sahiciliğin yerini yapaylık alıyor.
Özel bilgilerin unutulması ve bunun üstüne ortaya çıkabilecek hastalıklar, geliştirilen hafıza çipleri sayesinde tarihe karışıyor. Tabii bu bilgilere erişim, gizlilik ilkeleri ne olacak bilinmiyor henüz. Nerede depolanacak, kimlerin kontrolünde olacak? Her girdiği ortama herhangi bir cihaz gibi bağlanabilecekse, gerçekten tam anlamıyla bir insan olabilecek mi birey? Yoksa “Her şey sizin faydanız için,” diyerek, onu da mı elinden alacaklar? Teknoloji ve insan hiç olamayacağı kadar yakınlaşıyor.
Verilerin işlenmesi, analizi, bilgi sistemlerinin temel işlevidir. Artık yapay zeka, bu analiz sonuçlarına bakarak yeni çıkarımlarda bulunabilmekte, düşünebilmeyi aşmış, farklı disiplinlerin girdilerine dayalı tahminler yapabilmekte, hatta insan sezgilerini yorumlayabilmektedir. Diyebiliriz ki yapay zeka, hayatımızın tam merkezindedir. Öyleyse bu büyük bir güçtür ve kimin ya da kimlerin kontrolündeyse insana istediği gibi hükmedebilir. Teknolojik güç, bu görünmez silahını ne zamana kadar kendi kontrolünde tutabilecek bilinmez çünkü yapay zeka, sürekli kendini güncellemekte, yeni sürümlerle bağlantı kurma becerisi göstermektedir.
Biz insanlar, düşünce ve becerilerimizi güncelleyebiliyor muyuz?
Ne yazık ki teknolojik dönüşüm, insanı, bir ürün olarak merkeze almaktadır. Bu da insanlığı bir av haline getirmektedir.
Avlanmak istenmiyorsa şu bahsettiğimiz güncellenme meselesini önemseyerek üstünde düşünmeli ve hiç beklemeden harekete geçilmelidir. Öğrenmeyi öğrenmek, bilgiyi kavramak ve iyi bir belleğe kavuşmak, yaşamın içinde insanı güçlü kılacaktır ve nesnel olan yapaylığın karşısında her zaman özgün ve çok katmanlı olmayı başarabilecektir. Bu bilgeliğin geleceğe aktarımı için öğrenme işinin sürekliliği, olmazsa olmazdır.
Savaşlar, hastalıklar, doğal afetler, yer değiştirmeler, ekonomik çöküşler, toplumun ortak belleğinde kodlanır ve harmanlanır. Bayramlar kutlanır, anma günleri düzenlenir, kahramanlık destanları yazılır, çizilir, aktarılır böylece. Bu ortak bellek, güçlü bir bağ kurar geçmişiyle ve gelmekte olan geleceğe, yüzünü nasıl döneceğini öğretir bireylere ve halkın güç ve birliğinin göstergesi de olur. Başına taç yapıp onurla taşıdığı kültürüdür aslında. Hafızalara kazınan tarihsel olaylar, dönüm noktaları, yepyeni başlangıçlar, unutulmaması ve gelecekle güçlü bağlar kurulabilmesi için törenlerle daima anılır. Şairler, yazarlar, ressamlar, araştırmacılar, yaşadığı toplumun bir parçası olarak kendi belleğindeki kodları, ortaya koyduğu eserlerle kuşaktan kuşağa aktarır ve tüm bu ortak bilinç ve belleği geleceğe taşır, dünün biriktirdiklerini şimdiyle buluşturur.
Müziğin ve sanatın, güneşin ve ateşin, gelecekten haberler içeren kehanetin tanrısı Apollon’a bakarsak, yürüdüğü yolların izlerini sürdüğünü görürüz. O, tamamen biliş ve söyleyiştir fakat aşkın hediyesi ya da lanetini, böylece geçmişin derinliğini, başına taç olarak takmıştır.
Bugün, bizi, geleceğin girdabına hızla sürükleyen akış, bellek tacını hak ettiği yere takmış mıdır?
Bireylerde güçlü bir aidiyet duygusu oluşturan, milletlerin ortak hafızası olan tarih, toplumun kimliğinin oluşmasında en önemli rolü oynar. Ortak anılara sahip olan bu bireyler, toplumun kolektif hafızasını atlas bir kumaş gibi dokur. Canlı ve dinamik olan bu ortak bilinç, nesilden nesile aktarılırken kendini büyütür ve kültürel belleğini de ötelere taşır. Bireylerin ve toplumların kendini var edebilmesi ve yaşatabilmesi için sağlam bir belleğe ihtiyacı vardır.
Bir eylem, geçmişi ve kökü varsa geleceğe yazılabilir.
Aydınlanma çağı düşünürlerinden John Locke, kimlik meselesini, hafıza ve hatırlama deneyimleriyle çözümler. Buna göre geçmişini hatırlayabilen kendini var etmeye devam edebilecektir. Bu düşünce kişisel kimliğin yapılanmasında belleğin önemini ortaya koyar. Bellek yitimi, geçmişi anımsamama ya da hatırlama yeteneğini kaybetmektir. Bellek olmadan sağduyu olamaz. Sağduyu, medeniyetin ve çağdaşlığın en önemli göstergelerindendir ve insanın çevresi ve var edeni ile doğru iletişim kurabilmesi, onunla gerçekleşecektir.
Homeros’un ünlü destanında, Truva’dan ülkesine dönmeye çalışan İthaka kralı Odysseus’un uzun yolculuğu sırasında canavarlarla, büyülerle ve onu yolundan edebilecek, zaman kaybettirecek, tatlı bir uyuşukluk verecek, baştan çıkarıcı güzelliklerle, deniz kızlarıyla mücadelesinde onu destekleyen, besleyen, zeka ve iradesini daima güçlü kılan, bellek ruhudur. Mitolojik sayfaların bu güçlü kahramanının düşmanları ile günümüz insanının düşmanlarının silahları pek de farklı sayılmaz. Başka bir açıdan baktığımızda gücünün kaynağı da aynıdır. Toplulukları ulus yapan ortak belleği güçsüz kılmak için; özüyle, kimliğiyle ki bellek kimlikten ayrılamaz, tarihiyle oynamak, gerekirse yeniden, miş gibi tarih yazmak ve küresel terzilerin makaslarını ellerinde tutan siyaset kalfalarını, seçimle tahta oturtmak yeterlidir.
Kendini güncelleyemeyen, öğrenme işini, kutsal kitabının yanında askıya alarak dokunulmaz kılmış bir topluluğun geleceği, nasıl olur ya da olur mu? Öğrenmeyi öğrenmiş bir kahramanın, o atlas kumaşı yeniden sağlamlaştırmasını mı bekler ya da böyle bir kahraman var mıdır?
Gelecek henüz var olmasa da onun hakkında tahminler yürütmek, bir takım öngörülerle planlama yapmak, birçok disiplinin konusu olmuştur. Daha çok, geçmiş deneyimler merkeze alınıp, bilimsel çalışmalar dikkatle takip edilir.
Sadece insan ile değil, toprağın, ağacın, hayvanın, oraya ait her ne varsa tüm habitatın varoluş meselesi ile geleceğe kalkışır bellek.
O halde ayrı ayrı ötelerin hayali kurulamaz.
Gelecekle ilgili hayaller kurduran Mnemosyne; geçmişin sofrasını sürer insanlığın önüne ve sanatın ve kültürün içinde harmanlandığı belleğin, leziz tabaklarından tadılan her bir lokmada, aydınlık geleceğin can suyunu doldurur, kemikten kaselere.

Emel Altuntaş, Bafra’da doğdu. Uludağ Ün. İ.İ.B.F Maliye bölümünden mezun oldu. İkinci üniversite olarak Anadolu Üniversitesi Açık Öğr. Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü tamamladı. Uzun yıllardır devam eden profesyonel sigortacılık kariyerinin yanı sıra yapıya gönül verdi. Edebiyat dergilerinde yayınlanan öykülerinin yanı sıra, kolektif olarak yayınlanan Uykunun Gözleri adlı öykü kitabının da yazarlarından biri oldu. Ayrıca müzik alanında çalışmalar yapan Altuntaş, şu an ilk bireysel bir öykü kitabının hazırlıklarını da sürdürüyor.

