Gökbanu Sezi Coşkuner
Sabahın ilk ışıklarında, tuz kokusuyla kaplı merdivenleri çıkarken, eski paslı anahtarı kim bilir kaçıncı kez avuçlarımda hissettim. Soğukluğu bedenime işledi. Mercan kırıkları gibi battı avuçlarıma. Kapının eşiğinde, yer yer dökülmüş paspasın üzerinde sararmış bir zarf. Üstünde adım. Eğilip aldım.
Kapıyı açıp içeri girdim. Körelmiş penceredeki kurumuş tuz lekelerinin arasından sızmaya çalışan ışık gözlerimden çok ruhumu yaktı. Yosun tutmuş taş duvarların arasından sızan ıslak sabah ayazı iliklerime işledi. Denizin kokusu bugün acıydı. Odamın içinde gölgeli bir huzursuzluk…
Oda dar. Tozlu raflar dolu. Örümcek ağlarıyla sarmalanmış kasetler üst üste. Bir rafta kocaman bir deniz kabuğu. Tavan arasında çürümüş sandal. Masa ağır. Üstünde yıllardır duran bantlar, tornavidalar, boş fincanlar. Elektrik düğmesine basmadım. Işığı açmadım. Körelmiş penceredeki kurumuş tuz lekelerinin arasından sızmaya çalışan ışık yeterdi. Radyoyu açtım. Cızırtılı. Dalgalar gibi.
Masamda ters çevrilmiş bir kum saati duruyor. Kum aşağıdan yukarıya akıyormuş gibi görünüyor. Duvarlar beni ne kadar koruyabilir? Dışarıda, deniz kabarmaya devam ediyor. Biliyorum. Her dalga, duvarlarımın sınırına çarpıp geri çekiliyor. Geri çekilirken küçük parçalar bırakıyor: kum, yosun, tuz, mercan kırıkları, çürümüş sandaldan geriye kalan ahşap parçaları, avuçlarımda ıslak halatın kesikleri. Duvarın ardında biriken bu izler, dalgaların içeri sızdığının kanıtı.
Sandalyeye oturdum. Elimdeki sararmış zarfı kum saatinin yanına koydum. Şimdi ellerim dizlerimde, dünden kalan kaset masanın üstündeydi. Ben, kum saati, kaset, zarf. Bir de üstü kapkalın toz tabakasıyla kaplı mavi ahizeli telefon. Kopmuş kordonu düğüm düğüm. Elim kasete gitti. Etiketi solmuştu. Tarihi kayıptı. Kaseti yadigâr teybe taktım. Bant dönmüyordu. Teybe dokundum. Hafifçe tepesine vurdum. Çatlak bir ses çıktı. Duvarlara çarpan dalgaların kırık sesleri kulaklarıma doldu. Hışırtılı, hüzünlü ama tehditkâr…
Duvarlar beyazdı. Boyaları yer yer dökülmüştü. Kimi yerlerinde lekeler vardı. Kolum masaya çarptı. Bardak devrilince su iplik iplik masadan dizlerimin üstüne aktı. Masanın başındaki adam grileşmiş doktor önlüğünün yakasını gergince düzeltip, “Sorun yok. Şurdaki dispenserden birkaç kâğıt havlu alıp kurulayıverin,” dedi. Baktım. Hatırlamaya çalıştım. Dışarıdaki hoparlörden gelen sesle irkildim.
Duvardaki saatin tik takları kum saatimden akan kumların çıkardığı hışırtılı sese karıştı. Gözlerimi kapadım. Dalga sesi yükseldi. Bir anı geldi. Bir sandal. Denizin tam ortasında. Sonra kayboldu.
Odam sessizdi. Masamın üstündeki raftan deniz kabuğunu aldım. Kocaman. Birlikte bulduğumuz. Kulağıma dayadım. İçinden dalga sesi geldi. Dalgaların ardındaki kahkahalarımız denize karıştı. Bir anı geldi. Sen. Deniz kıyısında, sandalın yanında. Sonra kayboldu.
Kasetin bandı dönmeye başladı. Bugün kasabamızın ilk radyo yayınını…
Oda dar. Raflarda kasetler. Tertemiz. Yepyeni. Düğmeye bastım. Işık yandı.
Hazırlıklarımı yaptım. Masanın başına oturdum. Mikrofonu açtım. Kapattım. Dışardaki heyecanlı kalabalığın seslerine dalga sesleri karıştı. Sürahiden kendime bir bardak su doldurup bir koca yudum aldım. Titreyen ellerime bakıp gülümseyerek bardağı masaya koyarken devirdim. Su iplik iplik masadan dizlerimin üstüne aktı. Bulduğum lekeli bir bezle kuruladım.
Dışarıdan gelen “Hadi! Hadi! Hadi!” seslerini duymamaya çalışarak mikrofonu açtım. Mikrofondan gelen dalgalı cızırtı hoparlöre yansıdı. İçimdeki yansımalar mikrofondan dışarı çıktı. Bugün kasabamızın ilk radyo yayınını… Dışardaki alkışlar ve ıslıklar gözlerimi yaşarttı.
Senin gurur dolu sesini ayrımsadım. Yaşlar iplik iplik aktı.
Oda dar. Raflarda eski yeni kasetler. Masa ağır. Üstünde bantlar, tornavidalar, bir su sürahisi. Sağ köşesinde ahizeli mavi telefon. Çaldı. Elimi uzattım. Açtım.
“Hadi bakalım. Kutlamaya! Sandal kıyıda. Bekler bizi. Şaraplar benden. Kuruyemiş al gelirken.”
Odam genişledi. Gri taş duvarlar geriledi güneşin ılıklığını içeri taşıyarak. Pencereden giren hava sımsıcak. Gülümseyerek kalktım. Ceketimi alıp dışarı çıktım.
Kaset döndü. Ses kırık ama tanıdıktı. Onun sesi. Sonsuza kadar taze, sonsuza kadar genç.
Bırak uyusun şu deniz kanatlarımın altında
Gel gezmelere gidelim biz bulutların asfaltında
Hiç yaşamamışız gibi olacak sonunda
Ben kendi yoluma gideceğim, güneş kendi yoluna
Sonra ses çatladı. Odamı dalgalar bastı. Durdum. Kaseti teypten çıkardım. Elimde tutup baktım. Kaseti tozlanmış mavi ahizenin yanına bırakıp deniz kabuğunu aldım ellerime. Sımsıkı bastırdım göğsüme. Kulağıma götüremedim. Oda daraldı. Duvarlarını görünmez duvarlar kapladı. Beyaz sıvalarla kaplandı. Yer yer dökülmüş, lekeli. Bir masada grileşmiş önlüğüyle bir adam Doktor dedikleri. “İlaçlarınızı düzenli alın bu sefer Cevdet Bey, lütfen. Yoksa..”
Duvarlar grileşti. Yosun yosun. Rutubetli. Sararmış zarfın üzerindeki yazının mürekkebi bir kez daha ıslandı. Her harf bir diğerine karıştı. Gözlerimi kapadım. Deniz kabuğu hâlâ göğsümde. Dalga sesi odanın içinde büyüdü.
Tavan arasındaki sandal daha da çürüdü. Tahtaları rutubetten lif lif ayrıldı. Demir aksamı paslanıp dağıldı. Çürüyen sandal, çürüyen belleğim. Kabuktan gelen dalga sesi uğultulu, sandalın çürümesi sessizdi.
Duvar saatinin tik takları kum saatinin hışırtılarına karıştı. Kumlar yukarı aktı. Dalga sesine dışarıdan gelen hoparlörün sesi karıştı. “Cevdet Karaca! Cevdet Karaca! 2 nolu muayene odasına lütfen!” Dalga sesi sürdü. Sandal çürüdü. Duvar durdu. Bellek kayboldu.
Kasetin sesi bozuk. Uzak, kırık. Çekmeye çalıştığım sandalın ıslak kalın halatı ellerimi acıtıyor. Mercan kesiği ellerim. Kırmızı. Islak tahta kokusu, denizin kokusuna karışıyor. Denizin kokusu yosunla doluyor. Gri taş duvarlarımın beyaz sıvaları dökülüyor. Beyaz duvarların dökülmüş sıvalarının içinde gri taş duvarlarım beliriyor. Yosunlu. Islak. Rutubet kokulu. Yalnız…
Kaset döndü. Ses çatladı. Dalga girdi. Başımı eğdim. Elime aldığım kabuğu kulağıma dayadım. İçinde deniz vardı. Bir anı geldi. Denizde bir sandal. Sandalın içinde sen. Sonra kayboldu. Gözlerim kapandı. Ellerim titredi. Tavan arasındaki sandalın çürümüş tahtaları ayrıldı. Denizin ortasına dağıldı. Elimde ıslak halatın mercan kesikleri öylece kalakaldım. Nefes aldım. Ağır. Duvarlar sessizdi. Sıvalar döküldü. Saat tik tak etti. Kum saatinin içindeki kumlar yukarı aktı.
Oda dar. Raflarda yavaş yavaş tozlanmaya başlamış kasetler. Masa ağır. Üstünde kasetler, koparılmış bantlar, tornavidalar, boş kadehler, şişeler. Telefon çaldı. Üzerinde az biraz toz. Elimi uzattım. Açmadım. Telefon çaldı. Elim üstünde bekledim. Telefon çaldı. Dinledim. Telefon sustu. Elim ahizenin üstünde kaldı. Çekemedim.
Kaset teybin içinde. Bandı döndü. İçinden dalgalar yükseldi. Ses çatladı. Dalgalar odayı bastı. Oda daraldı. Sandal çürüdü. Islak halatın mercan kesikleri elimde kaldı. Kaset sustu. Dalgalar odada kaldı. Yosunlu gri taş duvarlar ıslandı. Taşların arasından iplik iplik sular önce sızdı sonra gürleyerek aktı. Boğuldu. Boğuldum. Boğulduk.
Masa küçük. Üstünde iki su bardağı. Biri boş. Diğeri yarım. Kırmızı. Şarap. Her yerde kuruyemiş kabukları. Kül tablasında izmaritler. Kimisi yarısında söndürülmüş. Yarım kalmış. Benim gibi. Baktım. Elimi uzatmadım. Pencere açıktı. Dalga sesi içeri girdi. Deniz kabuğunu kulağıma dayadım. İçinde aynı ses vardı. Onun sesi. Senin.
Sandal kıyıdaydı. Sağlamdı. O, sandalın içinden bana el salladı. Koştum. Elimde kuruyemiş dolu kesekağıdı. Deniz düz, hava açıktı.
Boş sandalı kıyıya çektim. Islak halat kesti ellerimi. Ellerimde mercan kırıklarının kesikleri. İçim boş. Bedenim bir kabuk. O gitti.
Odam soğuk. Boş. Son kez açtım mikrofonu. Tüm nefesimle haykırdım:
“O yok artık! Gitti!”
Odam dar. Tozlu raflar dolu. Örümcek ağlarıyla sarmalanmış kasetler üst üste. Bir rafta kocaman bir deniz kabuğu. Masa ağır. Üstünde yıllardır duran bantlar, tornavidalar, boş fincanlar. Elektrik düğmesine basmadım. Işığı açmadım. Körelmiş penceredeki kurumuş tuz lekelerinin arasından sızmaya çalışan ışık yeterdi. Sandalyeye oturdum. Elimdeki sararmış zarfı kum saatinin yanına bıraktım. Şimdi ellerim dizlerimde, dünden kalan kaset masanın üstündeydi. Ben, kum saati, kaset, zarf, çürümüş sandal. Bir de artık masada duran deniz kabuğu. Kocaman. Üstü kapkalın toz tabakasıyla kaplı mavi ahizeli telefonun yanında.
Zarfı açtım. Tarih o günden bir gün önce. İçindeki kâğıtta onun el yazısı.
Canım dostum Cevdet,
Çocukluğumun en güzel yadigârı. Beni bir tek sen anlarsın…
Gerisini okuyamadım. Sararmış kağıttaki mürekkep gözyaşlarımla dağıldı. Mektubu özenle katlayarak deniz kabuğunun içine sıkıştırdım. Göğsüme bastırdım.
Sandaldan geriye kalan ıslak tahtaların ağır rutubetli kokusu. Deniz kabuğundan arta kalan dalgaların sesine karışmış onun sesi. Ondan arta kalan ben. Ellerimde mercan kırıkları, ıslak halatın kesikleri… Gri, yosunlu taş duvarlar, lekeli beyaz duvardan dökülen sıvalar…
“Cevdet Bey! Cevdet Bey! Lütfen sakin olun! Cevdet Bey! Durun lütfen! Hemşiranımmm! Çabuk bir sakinleştirici yapalım hastaya!”

Gökbanu Sezi Coşkuner, Ankara’da doğmuş, ilkokul 5. sınıfta İngilizce öğretmeni olmaya karar vermiştir. 1998’de ODTÜ İngilizce Öğretmenliği Bölümü’nden mezun olmuş, öğrencilik yıllarından itibaren çeşitli kurum ve kuruluşlarda öğretmenlik yapmıştır. 2001 yılından bu yana ODTÜ Temel İngilizce Bölümü Hazırlık Okulu’nda öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır. Evlidir, Tılsım ve Alkım’ın annesidir. Çok küçük yaşlarından bu yana kitap, film ve yazma ile dolu bir hayatı yaşamaktadır. Birçok kolektif eserde, dijital ve matbu dergilerde öykü ve yazıları yayımlanmıştır. Ömrünü okuyarak ve yazarak geçirmekte kararlıdır.

